12 Ağustos 2009 Çarşamba

Türk Pop Müziği Tarihi

Batı müziğinin Türkiye'deki tarihi, 1826'ya dek uzanır. II. Mahmut, Yeniçeri ocağını "Osmanlı'yı temsil etmekten uzak" olduğu gerekçesiyle kaldırır, daha 'batılı' bir ordunun kurulmasını sağlar. Mehter müziğinin, giysilerinden yürüyüş düzenine kadar her şeyi değişen yeni orduya uymaması üzerine arayışlara girilir, Mehtehane kapatılarak yerine Muzika-yı Hümayun kurulur, bu yeni oluşuma uygun marşlar yazdırılmasına karar verilir. Bunun için Avrupa'dan getirilen bir müzisyen, Manguel, başarılı olamayınca 1828'de ünlü opera bestecisi Gaetano Donizetti'nin ağabeyi Guiseppe Donizetti İstanbul'a davet edilir. Sanatçı, gelir gelmez 'paşa' ünvanıyla onurlandırılır ve geniş yetkilerle göreve başlar: Bando için marşlar besteler ve yeni besteciler yetiştirir.

Kantolar, ilk popüler batı müziği ürünleri kabul edilir. Sarayda icra edilen geleneksel 'ağır' musikiye halkça bir tepki sonucu ortaya çıkan bu tür, 1870 sonrasında, tuluat tiyatrolarında perde ve oyun aralarırıda söylenen şarkılar olarak ortaya çıkar ve işgal yıllarına dek hızla yayılır.
Yerli operetlerin bestelenmeye başlaması batı müziğinin evrimi ve yayılması açısından önemli dönüm noktalarından birisidir. İlk yerli operet Dikran Çuhaevyan tarafından bestelenen "Leblebici Horhor Ağa"dır. Ocak 1876'da temsil edilen operet büyük ilgi toplayınca arkası gelir. Kantolar, operet şarkılarına çevrilir. Batı müziği, popüler anlamda yeni bir tür kazanır. Daha batılı ve giderek daha çoksesli.

1900'lerin ilk yıllarında batı müziğinin seyri değişmeye başlar. Bu yıllar Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarıdır. Savaş ve işgal, sosyal yaşamda etkisini göstermiş, bir durağanlığa yol açmıştır. Halk, eğlenceyi daha az düşünür olmuştur... Bu yıllarda salon eğlenceleri devreye girer. 1905-1914 yılları arasında en popüler salon dansları mazurka, kadril ve polka'dır. 1908 yılından itibaren yeni bir tür olan tango hızlı bir gelişme gösterir. Arjantin'de doğan, Avrupa yoluyla İstanbul'a ulaşan, gelirken Endülüs ve İtalyan folklöründen yararlanarak yeni bir şekil alan tango, bulunduğu ülkenin yerel müziğinden alabildiğine yararlanmayı bilmiş bir türdür. Türkiye'de de kolayca ulusallaştırılmış, birbiri ardına tango yorumlayan ve besteleyen sanatçılar ortaya çıkmıştır.

1935-37 yılları arasında yurt dışında eğitim gören Orhan Avşar ve 1938'de Türkiye'ye gelen Macar asıllı Darvaş, bu türün ilk 'yerli' öncüleridir. Aynı dönemde Fehmi Ege tarafından kurulan orkestra Arjantin çıkışlı tangoyu Türkiye'ye uyarlar. Fehmi Ege, Necip Celal Andel ve Necdet Koyutürk ile birlikte Türkiye'deki iIk tango bestecilerindendir. Tango gitgide özgünleşerek özellikle '60'larda devlet radyolarının da desteğiyle altın yıllarını yaşar.

1920'li yıllarda caz girer Türkiye'ye: Ermeni asıllı Leon Avigdor, Avrupa'da duyduğu bu müziğe hayran olur ve Türkiye'de de icra etmeye başlar; 1933 yılına dek kurduğu değişik topluluklarla İstanbul'da duyurur cazı. Birçok müzisyeni yetiştirir ve önünü açar. Aynı yıllarda kurulan Arto Haçadurian Orkestrası, bu dönemde kurulmuş ilk önemli topluluklardandır. İsmet Sırat Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli caz müzisyenidir. Sevinç Tevs ve Ayten Alpman yorumlarıyla sivrilirken Cüneyt Sermet, İlhan Mimaroğlu, Süheyl Denizci, Selçuk Sun, Erol Pekcan gibi sanatçılar başarılı çalışmalara imza atar. İlerleyen dönemde Neşet Ruacan'dan Önder Focan'a, Kerem Görsev'den İmer Demirer'e uzanan başarılı müzisyenler yetişir.

1950'ler. Türkiye'de cazın dışındaki batı müziği türlerinin iyice tanındığı ve yerleştiği yıllardır. Bu gelişim yıllarında, ilk popüler yıldız ortaya çıkar: Beyaz smokin ceketi, papyonu ve hiç değişmeyen arkaya doğru taranmrş saçları ile sahneye çıktığında yeri göğü inleten bu yıldız Celal İnce'dir. Adana'da doğan, önce Muallim Musiki Mektebi'ne, ardından konservatuara giden ve bir süre müzik öğretmenliği yapan bu genç, tango yorumlarıyla atıldığı müzik hayatını kendi besteleri ve uyarlamalarıyla sürdürmüş, sadece sahnelerin değil, plakların da aranan yıldızı olmuştur. Onun sesinden tüm Türkiye'ye yayılan "Kovboy Şarkısı", bir dönemin en sevilen şarkılarından birisi haline galmiş, böylelikle tango dışında bir türün de Türkiye'de tutulabileceğini göstermiştir.
Celal ince'nin popüler olduğu yıllarda birbiri ardına kurulan orkestralar, mambo'dan ça-ça'ya birçok türde ürünler verir. Bu ortkestraların çalışma alanları, art arda açılan gece kulüpleridir. Niyazi Erden, İlham Gencer, İbrahim Solmaz, Kanat Gür, Üstün Poyrazoğlu, Çetin İnöntepe, Şevket Yücesaz, Süheyl Denizci, İlhan Feyman, Müfit Kiper o dönemde kendi adıyla orkestra kuran müzisyenlerden bazılarıdır.

1955'te İstanbul'da Deniz Harp Okulu öğrencilerince bir rock'n'roll orkestrası kurulur. Bu, yeni bir dönemin başlangıcıdır. Türkiye'de belki de ilk defa yeni bir batı müziği türü batıyla aynı zamanda icra edilir. Dünya Bill Haley and The Comets'in 'Rock Around the Clock'uyla sallanıp yuvarlanırken Türkiye, Deniz Harp Okulu Orkestrasıyla birlikte bu müzikle tanışır. Durul Gence ve Erkan Gürsal tarafından kurulan Deniz Harp Okulu Orkestrası, önce okul içinde, sonraları da Soner Soyata ve Arkadaşları uydurma adıyla İstanbul okullarında konserler verir ve tanınırlar. Erkut Taçkın, Yalçın Ateş gibi isimleri de içinde barındıran orkestra, elemanlarının okulu bitirmesiyle dağılır. 1958 yılında İstanbul'da önemli bir grup kurulur: İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi bünyesinde müzik yapan Şanar Yurdatapan'lı Kuyrukluyıldızlar. Sweaters, Sekstet SSS, Jüpiterler gibi topluluklar bu dönemde Ankara'da kurulan gruplardır. Bu arada genç bir sanatçı Tanju Okan da 1961'de Ankara'da profesyonel müzik yaşamına atılır.

Türkiye'nin ilk 'kült' müzisyeni sayılabiıecek Erol Büyükburç, bu tarihlerde ortaya çıkar. Önceleri rock'n'roll şarkıları söyleyen ve bu tarzda besteler yapan Büyükburç, sonraları memleket müziklerine merak salar. '50'lerin sonunda kimi klasik şarkıları, batı anlayışına göre düzenler ve bunları sahnede söylemeye başlar. Erol Büyükburç'un repertuarı oldukça geniştir: üzerine Türkçe söz yazılmış yabancı bestelerden caz standartlarına, türkü düzenlemelerine uzanan bir repertuara kendi bestelerini de ekler zamanla. 1981'de bestelediği ve bir taş plakta dinleyiciye ulaştırdığı "Little Lucy" büyük başarı kazanır. Bunu "Ağlarım", "Altın Tasta Üzüm Var", "Kırık Kalp" gibi Türkçe sözlü besteler izler. '70'lerin ilk yarısında Erol Büyükburç bir efsanedir. Birbiri ardına çevirdiği filmler ve bu filmlerin şarkıları dillerdedir. °Bir Başka Sevgiliyi Sevemem.. Sevemem.." gibi. Büyükburç, Konserlerde de fırtına gibi eser. İlk büyük Anadolu turnesini gerçekleştiren pop yıldızının ve sahnelere kıyafetlerden kareografiye değin bir dizi yenilik getirmiştir.

"Little Lucy" ile başlayan plak piyasasındaki canlanma, 45'liklerin ortaya çıkışıyla daha da artar. Taş plaklar giderek yerlerini daha kullanışlı olan ve kolay üretilen 45'liklere bırakır. Türkiye'de ilk batı müziği 45'liğini, 1962'de, o dönemde Galatasaray Lisesi'nde öğrenci olan Barış Manço ve topluluğu Harmoniler yapar. Süheyl Denizci Orkestrası, İlham Gencer ve Kuarteti, Faruk Akel Show Orkestrası, Kadri Ünalan Orkestrası, Şevket Uğurluer ve Arkadaşları o dönemin plak doldumuş ve 'iş yapmış' orkestralarıdır.

Haziran 1962'de Doruk Onatkut Orkestrası'na katılan Şanar Yurdatapan, Onatkut ile birlikte önemli bir çalışmaya imza atar: ça ça ritminde düzenlediği "Kara Tren" türküsü büyük sükse yapar. Bu, Türkiye'de batı tarzında yapılmış ilk türkü düzenlemesidir. Yurdatapan'ın, Ankara'da, halasının oğlu Alpay ile kurduğu 'Arkadaşlar' da dönemin en üretken gruplarındandır. Alpay, daha sonra 'Arkadaşlar'dan ayrılır, kendi adına plaklar yapar. Bu, Alpay adının Ankara dışında da duyulmasını sağlar.

Askerliğini Kore'de yapan Metin Ersoy, aynı yıllarda, orada duyduğu yeni bir türü Türkiye'ye taşır: Kalipso. 1961'de Türkiye'ye döndükten sonra İlham Gencer Orkestrası'na giren ve ilk taş plağını da aynı yıl yapan Ersoy, daha sonra bu türde 'eser'ler üretir ve kendisini 'Kalipso Krafı' ilan eder. Bir ara İsmet Sıral Orkestrası'nda da görünür ve yurtdışında 'repertuarı geliştirmek amacıyla' uzun süre çalışır.

60'ların başında bir yandan yerli beste ve düzenlemeler üretilirken bir yandan da meşhur yabancı şarkılara Türkçe sözler yazılır ve bu şarkılar 'aslı gibi' çalınarak söylenir. O dönemde üretilmiş şarkılardan en önemlisi, İstanbul Radyosu diskjokeylerinden Fecri Ebciğlu'nun "C'est Ecru Dans Le Ciel" adlı şarkıya Türkçe sözler yazarak oluşturduğu "Bak Bir Varmış Bir Yokmuş"tur. İlham Gencer Orkestrası tarafından seslendirilen bu şarkı, daha sonra 'aranjman' adını alacak bu türün ilk 'hit'idir. Yabancı şarkılara Türkçe söz yazarak şarkı 'üretenlerin' başını Fecri Ebcioğlu çeker. Bu şarkılar, o dönemde Türkiye'ye gelmiş yabancı şarkıcılar tarafından da seslendirilir. Ebcioğlu'nun sözlerini yazdığı "Her Yerde Kar Var", bir diğer 'ilk' şarkıdır. Adamo'nun, kendi bestesi "Tombe la Nuege" üzerine yazılmış sözleri seslendirdiği plak çok satar. Bunun üzerine, aynı yıllarda ortaya çrkan Sezen Cumhur Önal, yabancı şarkıcı ve topluluklara yazdığı Türkçe sözlerle sivrilir: Peppino Di Capri, Juanito, Sacha Distel, Marc Aryan, Patricia Carti bu dönemde Türkçe şarkılar söyleyen yabancılardan birkaçıdır. Ajda Pekkan, bu yılların en büyük yıldızıdır. Ay-feri, Gönül Turgut, Zaliha, Zümrüt, Kamuran Akkor '60'ların ikinci yarısından itibaren yorumladıkları şarkılarla adlarından söz ettirirler.

Erol Büyükburç plaklarının peynir ekmek gibi satıldığı dönemde Tülay German, Türkiye'de yeni bir tarzın yıldızı olarak parlar. 1964'te Yugoslavya'da düzenlenen Balkan Melodileri Festivali'nde Erol Büyükburç ve Tanju Okan ile birlikte 'milli' orkestranın solistliğini üstlenen German, bu festivalde seslendirdiği "Burçak Tarlası" ile büyük sükse yapar. Festival sonrasında piyasaya çıkan ilk Tülay German 45'liği "Burçak Tarlası / Mecnunum Leylamı Gördüm" çok satar. Bu 45'lik, yıllar sonra Anadolu-pop adını alacak türün ilk 'hit'idir.

"Burçak Tarlası"nın ilgi görmesinin ardından aynı tarzda yapılmış çok sayıda plak yayınlanır. "Yerli melodileri batı sazlarıyla yeniden yorumlama" olarak da tanımlanabilecek olan Anadolu-pop bu tarihlerde hız kazanır. Tülay German'ın Türkiye macerası ise kısa sürer, 30 Mart 1966'da Erdem Buri ile Paris'e giden sanatçı, müzik çalışmalarını Philips adına Fransa'da yaptığı plaklar ve konserlerle sürdürür. Orada da tanınır. 1980 yılında çıkan Zülfü Livaneli'nin "Günlerimiz" adlı plağına konuk sanatçı olarak katılan German, o tarihe kadar Türkiye'de plak yayınlamaz.
Galatasaray Lisesi yıilarında müziğe başlayan Barış Manço bu yıllarda Kaygısızlar'la birleşir. Kaygısızlar, 1966'da Fuat Güner ve Mazhar Alanson tarafından kurulur. Banş Manço ile yaptığı çalışmalar haricinde kendi adlarına da plaklar dolduran Kaygısızlar, dönemin önemli gruplarından birisidir.

kısaca müzik tarihi

Müzik, insan ıa da çalgı seslerinin, belli bir biçimsel güzellik ıa da duıgusal ifade ıaratacak biçimde düzenlenerek bir araıa getirilmesini içeren sanat dalıdır. Kültürlere göre farklılıklar gösteren melodi ve ritm anlaıışlarını, dönemlere aıırarak inceleıen ve bir bütün olarak ele alan bilim dalına Müzik Tarihi denir.
Sanat Tarihi kapsamında ele alınan dönemlerle paralellik gösteren Müzik Tarihi dönemleri, insanlığın başlangıcından günümüze kadar uzanan tüm zamanı ve ıeni tüm akımları açıklaıacak şekilde belirlenmiştir. Elimize ulaşan tüm eser ve kaınaklar değerlendirilerek Eski İunan’dan bugüne Ortaçağ, Barok, Klasik, Romantik, ve Modern olarak dönemler isimlendirilmiş, kaınakları elimize ulaşamaıacak denli eski müzik anlaıışı ise ilkçağ müziği olarak ele alınmıştır.

İlkçağ Müziği
İüksek bir kültür evriminden uzak kalmış olmaları ıüzünden sanat müziği geleneği edinmemiş toplum öbeklerinin uıguladığı müziğe denir. Doğal ıaşamın gereği olarak çıkarılan sesler ve kullanılan aletlerin belirlenmesi için günümüz ilkel kabile ıaşantılarından ve tarihi kalıntılardaki kabartmalardan ıararlanılmıştır. Avcıların ıaıı, ıaılı çalgıların; toprak kap-kacak ve ıerdeki çukurlar üzerine gerilen haıvan derileri vurmalı çalgıların, ıağmur duası için ıapılan ritüeller sırasında kullanılan figür ve sesler ise dans ve şarkıların atası saıılmış, Çin, Kelt, Eskimo ve bazı Afrika müziklerinde kullanılan ıalın anlaıışın ilkçağ müziği ile benzerlik gösterdiği kabul edilerek bu çağ müziği açıklanmaıa çalışılmıştır.

İunan Müziği
Batı müziği teorisi, kökleri Mezopotamıa ve Mısır uıgarlıklarına uzanan İunan kültürüne daıanır. İunan düşünürler, doğanın bütünlüğü konusunda, müzik, matematik, astronomi ve dini birbirine bağlaıan bir prensibin varlığına inanmış, makrokosmos (evren) ile mikrokosmos (insan) arasındaki uıuşumun müzikte ıansıdığı görüşünü ortaıa atmışlardır. Pitagoras ( İ.Ö. 585-479 ) İunan müzik kuramının kurucusudur ve bir kutu üzerine gerdiği bir telin titreşimiıle ses düzeninin temel aralıklarını saptamıştır. Bu sistemin geliştirilmesi ile ilk enstrümanlar kitara ve lir ortaıa çıkmış, nefesli ilk çalgı pan flüt bu dönemde kullanılmıştır. İ.Ö. 8. ve 7. ıüzııllarda bu enstrümanlar eşliğinde söılenen destanlar, kır müzikleri ve danslar, dinsel törenlerde toplu söılenen şarkılar, daha sonraki dönemlerde kullanılacak opera, oratorıo ve bale müziğinin temellerini oluşturmuştur. İlk notanın harflerle sembolize edilen uıgulamaları da bu döneme daıanır.

Eski Roma Müziği
Eski Roma müziğinde İunan, Ortadoğu ve Etrüsk etkileri vardır. Bronz tuba ve korno Etrüsk, Aulos çalgısı İunan, tulumlu gaıda Ortadoğu kökenli çalgılardır. Roma’da şölen, eğlence ve zafer geçitlerinde bu çalgıların ıanısıra arp, lavta, simbal, davul ve ziller kullanılmıştır.

Ortaçağ ve Rönesans Müziği
Ortaçağ ve Rönesans, Avrupa tarihinde bin ııllık bir zaman parçasını kapsar. Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden İeniçağ’ın başlangıcına dek olan bu dönemde Batı sanat müziğinin temel kuralları doğmuştur. 9. İüzıılda gelişmeıe başlaıarak Rönesans’ta doruğa ulaşan çokseslilik, nota ıazısının geliştirilmesi - Latince duaların ilk hecelerinden oluşan nota sistemi – gibi ıenilikler bugün hala geçerliliğini korumaktadır. Rönesans'ın en belirgin formları dini müzik olan missa ve din dışı konuları anlatan madrigaldir.
Ortaçağ müziğinin bir başka özelliği de bugünkü ozan ve aşıklarımızın ataları olan, günlük müzik ıaşamının kilise dışındaki temsilcileri jongleur, troubadour, trouvereler gibi gezgin şarkıcılardır.
15. ve 16. İüzııllarda vokal şarkı müziği ağırlığını korurken Rönesans’ta çalgı müziği oldukça önem kazanmış, koro müziğindeki ses aırımları (soprano-alto-tenor-bas), çalgılara uıarlanmış, değişik büıüklüklerdeki aletlerden oluşan çalgı aileleri oluşmuştur ( İaılı çalgılar ailesi: keman- viıola- viıolonsel- bas vb.). Tuşlu çalgılar da ilk bu dönemde ıapılmış, çembalo, virginal, klavikord gibi çalgılar bir sonraki dönemin büıük enstrümanı kilise orguna öncülük etmişlerdir.

BAROK DÖNEM ( 1600-1750 )
Mimaride Barok denince akla Almanıa’da 17. ve 18. ıüzııllarda ıaıgınlaşmış çok süslü bir akım gelir. Müzikte bu deıim 1600-1750 ıılları arasındaki dönemi belirler. Hümanizmin (insancılık) öğretisinin ıaııldığı bu dönemin en önemli bestecileri Claudio Monteverdi, Georg Philip Telemann, Johann Sebastian Bach, George Frederich Haendel, Domenico Scarlatti ve Antonio Vivaldi’dir. Operanın doğuşu ile başlaıan bu dönem, çalgı konçertoları ve senfonilerinin ıanısıra klavsen ve org için ıazılmış kilise müziği formlarııla belirginleşir. J.S.Bach ile çok sesliliğin temeli olan polifoni anlaıışının, D.Scarlatti ve A.Vivaldi ile konçertoların, C.Monteverdi ile operanın, F.Handel ile senfoninin en belirgin örnekleri bu dönemde ıaratılmıştır.

KLASİK DÖNEM ( 1750-1825 )
Dialektik dünıa görüşünün ortaıa çıkması dolaıısııla müzik formlarında karşıt tema uıgulamaları ile seçkinleşen bu dönemin önemli bestecileri, Viıana Klasikleri olarak adlandırılan Joseph Haıdn, Wolfgang Amadeus Mozart ve Ludwig von Beethoven’dır. Sonat formunun ıeni şeklini piıano, keman, flüt gibi enstrüman müziklerinin ıanı sıra konçerto ve senfonilerinde de uıgulaıan bu besteciler Klasik Dönemin saraı müziği ıapan sanatçılarıdır. Birçok tanınmış eserin ıaratıldığı bir dönem olmuştur ( Türk Marşı- Mozart; Für Elise, Kader senfonisi, Pastoral Senfoni – Beethoven vb.)

ROMANTİK DÖNEM ( 1825-1900 )
Fransız İhtilali’nin ardından öznel duıguların açığa çıktığı bu dönemin ilk bestecileri, Preromantik olarak kabul edilen Felix Mendelssohn, Franz Schubert ve Carl Maria von Weber’dir. Robert Schumann, Frederic Chopin, Franz Lizst, Niccolo Paganini, Johannes Brahms, Peter Iljitsch Tschaikowskı, Hector Berlioz, Robert Wagner gibi büıük romantik bestecilerin ıetiştiği ve virtüozitenin zirveıe ulaştığı bu dönemde edebiıatla müzik içiçe olmuş, müzik tarihinin önemli formu liedin en seçkin örnekleri verilmiştir. F.Lizst ve R.Wagner’in eserlerinde görülen leitmotiv anlaıışı, modern dönemin habercisi saıılmıştır.

MODERN DÖNEM ( 1900 -1945 )
Romantik Dönem’in sona ermesi ile birlikte farklı ülkelerde değişik müzik anlaıışları ortaıa çıkmıştır. Romantizme karşıt olan tüm bu ıeni müzik araıışları, modern dönem kapsamı altında değerlendirilir.

• Postromantizm (Son Romantikler): Bu dönemin en belirgin ve de en önemli bestecileri Gustav Mahler ve Richard Strauss’tur.
• Empresıonizm (İzlenimcilik): Fransa’da resim alanında Manet, Monet ve Renoir gibi ressamların ıarattığı bu akımın müzikteki temsilcileri Gabriel Faure, Claude Debussı ve Maurice Ravel’dir.
• Ekspresıonizm (Anlatımcılık)-12 ton müziği: Bu ıeni akım, Alman besteciler Anton Webern, Arnold Schönberg ve Alban Berg’in matematiksel müzik anlaıışlarııla sunulmuştur.
Nasıonalizm (Ulusal Akımlar):Sovıet Okulu’nda Sergeı Prokofief, Dimitri Shostakovic, Macaristan’da Bela Bartok, Rusıa’da Rus Beşleri, Türkiıe’de Türk Beşleri ( Ahmet Adnan Saıgun, Cemal Reşit Reı, Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses ) ‘nin çalışmalarııla etnik müzik klasik formların içinde olması gereken ıerini almıştır.
Neoklasizm ( İeni Klasikçilik ) : Ferrucio Busoni ve
Bunlardan başka Paul Hindemith, İgor Stravinski, Fransız Altılıları, Carl Orff gibi çağın önemli bestecileri birbirlerinden farklı farklı türlerde modern anlaıışın renkli ıelpazesini oluşturmuşlardır.

1945 Sonrası
Müzik tarihinin 1945’ten günümüze kadar gelen son dönemi zaman içerisinde kalıcılığını koruıarak müzik tarihinde ıerini alacağı tahmin edilen caz müziği, elektronik müzik, deneısel müzik gibi güncelliğini koruıan müzik türlerinin sunumuıla sana erer.

TÜRK HALK MÜZİĞİ TARİHİ

Müziğin ilk insanlarda nasıl başladığını incelediğimizde her ne kadar efsaneye dayanan. tarafları varsa da, gerçek olduğuna inandığımız yanlan da bulunmaktadır. Esen rüzgarların sazlıklardaki kır.k kamışlara çarparak çıkarmış oldukları ıslık seslerini, onların da taklit ettikleri. üzüntüLÜ ve sevinçli günlerİnde 'çıkarmış oldukları seslerin ilk müzik duygularını verdikleri tahmin edilmektedir.
Zamanla düşüncelerini 'geliştirerek, kamışın veya kirişin çıkarmış oldukları sesler, onların ilgisini çekmeye başlamış, avlanmak üzere kullandııkları ok ve yaylarını bir müzik aleti gibi de kullanmış oldukları bilinmemektedir.

Gürcü Müziği Tarihi

Gürcistan, çok eski ve çok gelişmiş bir müzik kültürüne sahiptir. Gürcü halkının müzik konusundaki yetenekleri herkes tarafından bilinmektedir. Bunun en iyi örneği yetkin müzik folkloru ve onun bir kolu olan çok sesli halk müziğidir. Bununla ilgili olarak, akademisyen B.Asapiece şöyle demiştir: “Gürcü halkının müzik dehası insana dağları deldirtir ve onu şaşkına çevirir.”
Yüzlerce gelişme sürecinde Gürcü halkı geniş bir halk müziği potansiyel ( milli olduğu kadar ruhani de) müzik kültürünü oluşturdu. Birçok tarihi ve edebi kaynağa dayanarak (12-13.yüzyıllarda) müzik sanatının altın çağına ulaştığını iddia edebiliriz. Bunu için, müzik kültürü konusundaki mükemmel eser Mihael MODREKILI’nın. dini müziklerden oluşan dergisi Iyodgar örneği yeterlidir (978-988). Müzik pratikleri, müzik enstrümanlarinin çeşitleri ve termonolojilerin üstün panoraması eski Gürcistan’in gerçek ansiklopedisi Şota Rustaveli’nin Kaplan Postlu Kahraman’inda açilanmiştir. Ancak Gürcistan’in kötü talihi sonucu kendi profesyonel müziğini geliştirme olanaği 19.yüzyil sonlarina doğru doğdu. Yeni Gürcü kompozitör okulu kuruldu. Ancak 20.yüzyıl ilk çeyreğinde milli klasik müzik eserleri oluştu.


Yeni Gürcü profesyonyel müziğnin gelişmesinde Gürcü kompozitörler için bitmeyen bir kaynak olan halk yapitlarinin çok önemli bir yeri vardir. Folklör malzemelerini kullanma prensipleri ve coğrafyasi değişiyordu, müzik stili genişliyordu, ancak sikica belirlenmiş milli ruh herzaman vardi ve bugünde Gürcü kompozitörlerin müziğini yansitan temel özellik ve orjinalliğin temel faktörü olarak varliğini sürdürmektedir.
Milli (halk ve profesyonel) yapitlarin yanisira, Gürcü müziğinin enternasyonel ilişkilerinin de çok büyük önemi vardi. Ilk olarak, Rus klasik mirasindan başlayip taninmiş Sovyet Rus kompozitörlerin eserlerine varana kadar Rus müzik kültürüyle ilişkilerden doğan yapitlardan söz edilmelidir. Kendi gelişme sürecinde Gürcü müziği, yabanci klasik ve modern müzik yapitlariyla zenginleşiyordu. Gürcü müziğinin sanatsal idealleri intonasyonel stilistik sözlüğü genişilyordu.


Müzik faaliyetlerin her dalinda, Gürcü kompozitörler, taninmiş örnekler oluşturdular. Gürcü müziği uzun zamandir Sovyet arenasina girmiştir. Son yillarda uluslararasi alanda da dikkat çekmeye başlamiştir.


Gürcü müziği. Gürcü kompozitörler, müzik guruplari ve icracilar tarafindan, geniş alanlara yayilmakta, bugün hakli olarak bağimsiz ve gelişmiş ünvanini almaktadir. Eğer, toplumsal ve bilimsel önem taşiyan Gürcü müziği tarihi yazilirsa yukarida söylenenler daha iyi anlaşılır; gelişmenin başlica etaplari açiklanmiş olur. “Sadece Gürcü Müziği Tarihi” ve “Gürcü Müziği Edebiyati” konularinin 40 yildir Tbilisi Devlet Konservatuvari’nda ve ülkenin müzik okullarinda okutulduğu dikkate alinirsa, bugüne kadar bu konularda ders kitaplarimizin olmamasi, butür çalişmalarin yapilmasi gerekliliği konusunda pratikte bir mecburiyetin ve aktüel önemin dahada arttiğini gösterir.


Gürcü Müziği Tarihi’nin I.cildi, bu boşluğu doldurmak için yapilan bir deneydir. Bu kitap eski Gürcü müziğini kapsamaktadir. Bizim klasik mirasimiz yeni Gürcü profesyonel müziğin temelini oluşturan Z. Piliasvili ve onun izindeki taninmiş isimler M. Balancivadze, D. Arakaşvili, N.Sulhanişvili ve V. Dolidze’nin çalişmalarina II.ciltte ve 1920-1980’li yillarin Gürcü müziği eserlerine ve müzikal yaşamin başlica faktörlerine de III.ciltte yer vereceğiz.
1901 yilinda Tbilisi’de I. Karagareteli’nin eseri Gürcü Müziği basildi. Ama Gürcü (halk) müziğinin öz doğasini ilk araştiran ve belgeleyen D. Arakaşvili’ydi. D.Arakaşvili 1925 yilinda basilan brösürdeki “Gürcü Müziği” adli yazisinda geleceği görürcesine yaziyordu.: “Yüzyillarin derinliklerinden bizler ufuklara ciktik ve oradan inmeyeceğimize dair ümüdimiz olmalidir.” D.Arakaşvili, “Gürcü müziğinin tarihi gelişmesini ve zamanin modern Gürcü kompozitörlerinin kisa özelliklerini açiklamişti.
Büyük Ivane Cavahişvili kendi taninmiş kitabi Gürcü Müziğinin Tarihinin Temel Konulari’nda, (Tbilisi,1938) Gürcü çok sesliliğinin genetik problemlerini, halk vokal ve enstrumantal müziği konularini, Gürcü tarihi ve edebi kaynaklarinda belirtilen müzikal termonolojinin temeli temelini açikladi.


Eski Gürcü müzik kültürü tarihi konularinda G. Chikvadze , P. Ingorokva, V. Gvaharia, M.Iaşvili, O. Cicavadze , I. Bahtadze’nin önemli çalişmalari vardir.


Yeni Gürcü müziği (20.yüzyil) tarihine gelince, bu konuda temel rolü, Tbilisi Devlet Konservatuvari, müzik tarihi kürsüsü kurucusu (1937) Prof.L. Donadze’nin bilimsel çalişmalar yaptiği Gürcü müziği tarihi konusu oynamiştir. Donadze, bu dersi1947 yilinda bir konservatuvarda okutuyordu ve bu konservatuvar birkaç nesil Gürcü müziği uzmani yetiştirmiştir. Ganatleba adli yayin organi 1975 yilinda, bu konunun bir bölümü olan “Sovyet Gürcü Müziği Tarihi” denemesini (1921-1945) yayimladi. L. Donadze’nin monografisinde Gürcü müziğinin başlica problemlerine işik tutulmuştur.
Tbilisi Devlet Konservatuvari müzik tarihi kürsüsünde Gürcü müziğinin her şeyi tez olarak işlendi, birçok Gürcü kompozitörle ilgili monpografiler yazildi. (Yazarlar: P. Hucua, A. Begicanov, A. Tsuukidze, T. Huroşvili, T. Kvirikadze, E. Dzidzadze, E. Balancivadze, K. Lordkipanadze, G. Orconikidze, M. Iaşvili, M. Hvitisiaşvili).


Bircok yüzyila dayanan ve zengin Gürcü müziği kültürünün, sistematikleşmesi ve genelleşmesinin ilk ciddi deneyimi müzik tarihi kürsüsünün gücüyle hazirlanan büyük kitap Gürcü Müziği kültürüdür (19567). Bu kitap uzun yillar ders kitabi olarak okutuldu ve bugun de önemini kaybetmemiştir. Bu temel çalışmada 1957 yılına kadar var olan Gürcü müziği tarihine (genellikle tarihi-monografik prensipler temelinde), Gürcü halk şarkıları ve danslarina yer verilmiştir.


Yazarlar kollektifi (L.Donadze, G. Toradze, A. Tsulukidze), Moskova’da 1970-74 yıllarında yayınlanan SSCB Halk Müziği Tarihi’nin “Gürcü Müziği” bölümünü yazarlarken önemli çalışmalar yapmışlardır. Buarda, 1921-1967 yillarinin Gürcü müziği kültür tarihi topoluca yeterince açiklanmiştir. Kitapta Gürcü müziğinin geçirdiği tüm evreler ve başlıca etaplar, genel yaratici ideleri gösterilmiştir. Tüm değerli eserler belirtilmiştir.
Bu yayin organinin ek ciltleri için G.Orconikidze 1967-1977 yillari arasi Gürcü müziği hakkında denemeler hazirlamiştir ve bunlari Yokuş Yolun problemleri (1979) adli kitabinda toplamiştir. Bu kitapta modern Gürcü müziğinin aktüel problemleri ile ilgili yazilar yer almaktadir.
A.T.Sulukidze’nin Sovyet Gürcü Müziği (Tblisi, 1971) adli kitabi dikkat çekmektedir. Bu kitapta Gürcü müziğinin yarim yüzyillik değişmesi açiklanmaktadir. G. Chikvadze’nin Sovyet Gürcistan’ının Kompozitörleri (1956) ve A.Msvelidze’nin Gürcistanda Müzik Eğitimi (1976) adli kitaplarida önemlidir. Ayrica Gürcü müziği ve Gürcü müziği kompozitörleri hakkinda SSCB halk müziği ve müzik tarihi ders kitaplarinda, yazilari, deneme araştirmaklari bulunan Sovyet Rus müzik bilginleri V. Beliaeva, S. Ganzburg ve E. Bokscanin’den de söz etmek gerekir.
Gürcü müziğinin önemli eserlerinden bazilari sadece Tbilisi Devlet Konservatuvari kütüphanesinde bulunmaktadir.


Gürcü Müziği Tarihi 1.cildi eski müzik bilginlerinin yaptiklari çalişmalarin bir özetidir.


Gürcü Müziği Tarihi ilk olarak konservatuvar müzik okullari pedagoglari ve öğrencileri içindir. Bu yüzden, eğitim için uygun metodla yazilmiş olmasina dikkat edilmiştir ancak kitabin, konuyla ilgili olanlar dışında da geniş okuyucu kitlesi olmasini umuyoruz.


Gürcü müzik terminolojisi maalesef henüz bilimsel düzeyde işlenmemiş ve kesinleşmemiştir; ayni konuyu anlatabilmek için sik sik değişik sözcükler kullnilmaktadir. L. Donadze,O. Cicavadze, G. Cihikvadze’nin yazdiği


“Kartuli Musikis Istoria”nin (Gürcü Müziği Tarihi)
I. cildinin (Önsöz)’üdür.
Çeviren: Hacer ÖZKAN (IREMADZE)
Çveneburi, Nisan-Haziran 1999, Sayi: 32

10 Ağustos 2009 Pazartesi

KLASİK MÜZİK TARİHİ

Barok Dönem


Barok dönem 1600 ile 1750 yılları İtalya’daki opera denemeleriyle başlamış J.S.Bach’ın ölümüyle sona ermiş ve tüm müzik türlerinde günümüze kadar kalıcı olan değişikliklerin oluşmasına neden olmuştur.


Barok müzik bir döneme adını vermekle birlikte mimari başta olmak üzere diğer pekçok kategoride de değerlendirilebilmektedir. Barok Portekiz’ce barroco (düzgün olmayan inci) kelimesinden gelmektedir. Mimarlıkta deniz kabuklarına benzer eğmeçli bezemelerden meydana gelen 17. yüzyılda kısmen de 18. yüzyılda Avrupa'nın özellikle Katolik ülkelerine (İtalya İspanya Potekiz Avusturya güney Almanya Belçika) ve Latin Amerika'ya yayılmış olan üslup olarak göze çarpar. Barok sözcüğü yanlızca 17. yüzyıldaki genel tutumu nitelendirmekle kalmamış Helenizm ile Gotik'in geç dönemlerindeki bazı belirtilerin anlatılmasında da kullanılmıştır. Furetiére'in 1690'da hazırladığı Fransız dilinin ilk sözlüğüne göre "barok" "tam yuvarlak olmayan incileri anlatmakta kullanılan bir kuyumculuk terimi"dir. Saint-Simon 1711'de "garip ve rahatsız edici bir düşünce"yi anlatmak için barok sözcüğünü kullanmıştır. Fransız Akademisi sözlüğü de 1694'teki ilk baskısında Furetiére'in tanımlamasını olduğu gibi benimsemiştir. 1740'taki baskı ise mecazi anlamı benimsiyordu: düzensiz tuhaf eşit olmayan. Jean Jacques Rousseau'ya göre "barok müzik armoninin açık seçik olmadığı modülasyonlar ve uyumsuzlukla dolu entonasyonları güç ve hareketi zor olan müziktir". Yapı sanatı ile ilgili ilk tanımla 1788 yılında "Encyclopédie méthodique"te karşılaşılmaktadır: "mimarlıkta barok tuhaflığın bir nüansıdır". Öyle anlaşılıyorki bu isim dönemin başlangıcında resim ve heykel çalışmalarındaki değişikliklere gösterilen şaşırmış reaksiyon sonucu çıkmıştır.


Rönesans dönemi tüm sanat dallarında sadelik temizlik ve saflık dürtülerini güçlendirmesine ve duyguları daha yumuşak bir anlatımla ifade etmesine karşın özellikle müzik alanında sürekli kullandığı tekdüzelikden dolayı giderek sıkıcı olmaya başladı. O kadarki rönesans dönemi bestelerinin en belirgin özelliği çalgıların aynı anda başlayıp aynı anda eseri bitirmeleri olarak anlatılabilir.


Barok dönemle birlikte müzik "kontrast" kavramı ile tanışır. Aynı tınılardaki çalgılar birbirleriyle savaşırcasına birbirleri ile karşıtlık oluşturarak eserde yerlerini alırlar. Klasik Dönem sanatçıları dahi her ne kadar Barok dönem eserlerini karmaşık süslü zevksiz ve abartılı olarak adlandırsalar ve "Barok" kelimesini aşağılayıcı manada kullansalarda kendi kullandıkları ve günümüze kadar uzanan birçok armoni kuralını bu dönemin ustalarınan öğrenmişler ve yer yer kopyalamışlardır. 150 yıla yayılan bir süreci etkileyen Barok akımı kimi müzik tarihçilerine göre 2 kimine göre 3 evreli bir dönemdir. Fakat herkesin kabul ettiği ortak düşünce ise son dönem "Olgun Barok" Johann Sebastian Bach'ın etkisi altında geçmiştir.


Barok müziğinin yapısında en belirgin özellik müzikde "kontrast"lar kullanılması olmuş ve bununla birlikte konçertolar devri başlamıştır. Müziksel ifadeyi güçlendirmek için kullanılan ses düzeyinin alçalıp yükselmesi Barok dönemde keşfedilen ve gelişen işaretlerle başlar. Ortaçağ ve Rönesans'ta ses şiddeti hep aynı seviyede kullanılmaktaydı. Barok dönemde "Piyano - düşük ses" ve "forte - gür ses" terimleri ile eserlerde ses şiddetinin önemi ve katkısı görülmeye başlar.


Barok dönemin bir diğer yeniliği bu döneme kadar olan müzikal yapıda bulunmayan ve eserin başka bir bölüme geçeceğini veya bittiğini belirten bir olgunun kullanılmasıdır. Eserlerde kapanışlar ve geçişler daha güçlü yer alır.


Kontrastlar üzerine kurulan Barok müzikte ritmik yapıda da büyük gelişmeler olur. Rönesans'tan Barok müziğe sıçrayan metine bağlı müzikal anlatım konuşma dilindeki vurguların abartılmasına neden olur. Barok dönemde doğan Opera ve kantatlar günümüzde de aynı kurala bağlı kalınarak abartılı bir dilde seslendirilirler. Barok dönemle beraber çalgı müziği büyük ilerleme gösterir. Yalnız çalgılar için bestelenen yapıtlar çoğalır. Ses müziği ve çalgı müziğinin birleştirilmesi de Barok dönemde filizlenir. Eşlik görevi gören sürekli bas çalgıları ve insan sesi birleşir. Kontrast oluşturmak amacıyla eşlik çalgıları tekdüze hareket ederken vokal hareketli ve süslü davranır. 16.yüzyılın sona ermesiyle birlikte İtalyan besteciler madrigal adını verdikleri şiirler üzerine yazdıkları çok sesli müzikler üzerine yoğunlaşmaya başladılar. Monteverdi’nin opera eserleri ve madrigalleri barok dönemin ilk zamanlarının zirve noktası olmuş ve daha sonra gelecek müziğe liderlik etmiştir. Dinsel bir tema üzerine kurulu dramatik eserler olan oratoryolar kökünü Roma’dan alırlar. Avrupa’ya yayılması ise Alman-İngiliz besteci George Frideric Handel sayesinde olmuştur. Bugüne kadar gelmiş geçmiş en önemli oratoryo olan Messiah oratoryosu G.F.Handel tarafından İngiltere’de bestelenmiştir (1741). Sonat kendini barok dönemin ilk zamanlarında bulmuş bir başka müzik tarzıdır. İtalya’da sonat yavaş ve hızlı dans parçalarından oluşan eser veya yavaş-hızlı kontrastlarıyla gelişen eserlere denir(daha sonra bu tarz kiliselerde kullanıldı). Arcangelo Corelli gibi her iki tarzda da müzik yapan besteciler olmuştur. İtalya’nın dışında süit adı verilen dans parçaları yaratılmaya başlandı. Süitler de büyük bir gelişimin habercisi olsalar da sonatlar kadar önemli bir kilometre taşı değillerdi. Süitler kantatlarda olduğu gibi tek bir çıkış noktasından hareketle iki veya üç bölümlü forma ulaşırdı (örneğin Domenico Scarlatti’nin klavye sonatları gibi) Bach’ın bestelediği 1’den çok formlu eserler gibi. İlk sonatlar ya tek bir enstürman ya da küçük bir grup için yazılırdı. 17.yüzyılın sonlarına doğru(barok dönemin ortaları) bu sonat formu konçerto grosso şekline dönüştü. Solist grup ise genellikle concertino (iki keman ve continuo) olurdu. Daha sonra ise konçerto durumuna dönüştü. Bach’ın Brandenburg Konçertoları konçerto grosso stilinin bu dönemdeki en iyi örneklerinden şüphesiz birisidir. Ayrıca en az Bach’ın olduğu kadar Antonio Vivaldi’nin solo konçertoları da bu dönemin en önemli modellerinden oldu.


Sonat konçerto ve vokal formları gelişiminin ortalarında barok dönemin bir başka önemli özelliği ortaya çıkmaya başladı : Tonalite. 16.yüzyılın ortalarında eski kilise modları yeni anahtar bağları konseptiyle yer değiştirmeye başladı. Barok dönemle birlikte besteciler bir anahtardan diğerine atlamaya başlamıştı. Zamanın kromatik müziğini üretmeye başlamışlardı.


Zamanla anahtarlar arasında ki bağ ve geçişler bir sistem halini aldı. Bach’ın İyi Düzenlenmiş Klavye(Well-tempered clavier) adlı eseri bu bağı anlamak için iyi bir örnektir. Bu eser ayrıca bir başka iki önemli barok özelliği yapısı içinde barındırmaktadır : Prelüd ve füg.


Barok dönemin en gözde çalgıları klavsen ve harpsikort’tu. Bunlar seslerin hafif veya kuvvetli çıkmasına olanak sağlamayan bir düzeneğe sahiptiler. Oysa barok dönemde gelişen müzikal anlatımı güçlendiren müzik sembolleri ve o dönemde ihtiyaç duyulan hafif ve kuvvetli çalımlar önemli bir unsur halini almıştı.


Barok dönemde icat edilmesine karşın dönemin bestecileri piyano için eser yazmazlar. Klavsene göre cılız bir sese ve sert tuşeye sahip piyanoya eser veren ilk besteci Muzio Clementi’dir. 1773’de daha on sekizindeyken piyano için üç sonat yazmış çalgıyı popüler hale getirmiştir. Bach gibi ünlü Barok dönem bestecilerinin günümüzde piyanoda çalınan eserleri aslında piyano için yazılmamıştır. Dolayısıyla “piyano” ve “forte” gibi nüanslar ve “staccato” gibi çalım tekniklerinin hiç biri eserlerin aslında yoktur veya çok azdır.


Bütün bu değişiklikler birbirlerine paralel olarak geldi ve barok dönemi oluşturdular. Eski kurallardan ve polifonik takıntılardan kurtulunması yeni bir tarz ve kural geleneği yapma gereğini doğurdu. Bu da kadanslar veya armonik geri planlar üzerine doğal olarak solistlik yapan melodiyi ortaya çıkardı. Bu armoniler içinde sequence(zincirleme)’i getirdi ve tüm bu armonik gelişimler bir yandan da ritmik gelişmeleri doğurdu. Bas bölümleri Orta Avrupa dans müziğinin tipik ritmleriyle kaynaştı ve tüm bunlar barok müziği barok müzik yaptı.


Barok dönemde müzik modern müzikal dilin gelişiminde kuşkusuz en önemli kilometre taşı olmuştur. Bu 15 yüzyıl içerisinde müzikal formlar değişip geliştikçe bir yandan da daha sonrasının ve bugünün müzik standartlarını belirlemeye başlamıştı. Tonalite ve akor tonlaması çok büyük önem taşımaktadır. Bir başka önemli özellik ise müziğin bu dönemde evrensel bir dil taşımaya başlaması ulusallıktan çıkıp tüm Avrupa ve dünyaya seslenmesidir.


BAROK ÜZERİNE İLGİNÇ NOTLAR


Dr. Georgi Lozanov ünlü Bulgar psikoloğu dakikada yaklaşık 60 vuruşluk bir tempo ile barok müziği kullanarak yabancı dilleri öğretme konusunda bir yöntem geliştirdi. Öğrencilerin öğrenmesi normalden çok daha kısa sürdü. Dönem içinde öğretilecek olan normal sözcük bilgilerinin ve deyimlerinin yarısı (1000'e yakın sözcük ve deyim) tek bir günde öğrenildi. Bunun yanında öğrencilerin öğrendiklerini akıllarında tutma oranı ortalama %92'ydi! Dr.Lozanov bu sonuçlarla belirli Barok parçalarını kullanarak yabancı dillerin %85-100 verimle normal süreleri olan 2 yıl yerine 30 günde öğretilebileceğini kanıtlamış oldu. Barok müzikle öğrenen öğrenciler dört yıl boyunca kullanmasalar bile %100 doğrulukla ikinci dillerini anımsayabilmişlerdir!


Binlerce öğrenciye sahip olan 'The Center for New Discoveries in Learning' yıllardan beri hem derslerde hem de öğrencilerin ders çalışmalarında müziğin kullanımını araştırmaktadır. Mozart ve belirli Barok parçalar (dakikada 60 vuruşluk tempolarla kaydedilmiş olanlar) kullanan öğrencilerin daha sakin olduklarını daha uzun çalışabildiklerini öğrendiklerini daha uzun süre anımsayabildiklerini ve öğretmenlerinden öğrendiğimiz kadarıyla daha iyi notlar aldıklarını gözlemledik.


Doğru tempoda kaydedilmiş bu özel müzik parçaları en yüksek öğrenme/anımsama etkisi için beynin sağ ve sol bölümlerini harekete geçirir. Müzik beynin sağ tarafını harekete geçirirken çocuğunuzun okuduğu ya da sesli söylediği sözcükler sol tarafı harekete geçirir. Araştırmaya göre bu da öğrenme potansiyelini en az beş kat artırır. Kulağınız düzenli saniyede bir vuruşluk Barok müziğini duyduğunda kalbinizde tempoya uygun olarak düzenli bir şekilde atar. Bu rahatlamış ve aynı zamanda zinde durumdayken zihniniz daha kolay konsantre olabilir. Müzik fizyolojik durumumuzu karşılar ve onu etkiler. Ağır zihin çalışmaları gerektiren işlerde nabzımız ve kan basıncımız artar ve genelde bu durumdayken konsantre olmak daha zordur. Barok ve Mozart parçalarından tempoları düşünülerek özellikle seçilmiş olan bazı CD'ler kan basıncınızı ve nabzınızı düşürürken aynı zamanda öğrenme yeteneğinizi artırır. Ders çalışırken iş yerinizde ya da araba kullanırken Mozart Vivaldi Pachabel Handel ve Bach gibi bestecilerin müziklerini dinlemenin yukarıda anlattığımız türde sayısız yararları vardır.


Batı’da Klasik müziğin dönüşümü kamusal alanda dolaşıma girmenin müziği nasıl aristokrasinin hegemonyasından çıkardığını gösteren canalıcı bir örnek. 18. Yüzyıl bilindiği gibi Avrupa’da müziğin Barok yüzyılıdır. Haendel gibi Haydn gibi Mozart gibi Bach gibi Barok müziğin büyük ustaları bu yüzyılda vermişlerdir eserlerini. Ama Barok müzik feodal aristokrasinin özel alanına ait bir etkinlik olarak kalır bu yüzyıl boyunca... Werner Stark’ın The Sociology of Knowledge’da belirttiği gibi Haydn Kont Esterhazy için müzik bestelemekte bu müzik Esterhazy Şatosu’nda ona ait olan özel alanda icra edilmektedir. (Haydn bu şatoda yemeklerini Esterhazy Kontu’nun uşaklarıyla birlikte yemektedir!) Klasik müzik kamusal alanda dolaşıma girmemiştir henüz. Bu ancak 19. Yüzyılda gerçekleşecek ve mesela Beethoven’in müziği kamuya açık alanlarda bu yüzyılda icra edilebilecektir..


Salon müzik ilişkisine örnek: Barok müzik J.S.Bach dönemindeki besteciler kiliselerde belediye ve saraylarda veye bir operada görevliydiler. Bu yerlerin ortak özellikleri küçük olmaları idi. Genellikle dikdörtgen şeklinde yansıtıcı yüzeylere sahiptirler. Bu akustik çevrelerdeki yankılanma süresi kısadır. Böyle bir çevrede çalınan müzik çok parlak olur ancak seslerin dolgunluğu azdır. Klasik dönem Haydn Mozart Beethoven bu dönemdeki orkestrada 40 kadar çalgıcı bulunuyordu. Yaylı ağaç üflemeli prinç üflemeli vurmalı çalgılar kullanılıyordu. O zamanki konser salonları şimdikilerden küçüktü. Dinleyiciler ise 300-400 kişi kadardı. Bu salonlar tümüyle doluyken yankılanma süresi 15 s olmaktadır. 19 yy daha büyük yapılar inşaa edildi ve süre 15 s- 18 s aralığına uzadı. Bu gün Klasik dönem müzikleri için en iyi yankılanma süresi 15 –17 arsında kabul edilmektedir. Romantik devir daha kişiseldir. Bestecinin duygularının anlatımı önemlidir. Brahms Wagner Çaykovski Debussy gibi bestecilerin dönemidir. Daha dolgun seslere ve daha uzun yankılanma sürelerine ihtiyaç duyulur. Bu dönemde yankı süreleri 2 s ye kadar uzamıştır. Bu gün romantik müzikler için yankılanma süresi 19 s - 22 s arasında kabul edilmektedir.





Barok Dönemde Tarihe Düşülen Notlar



1604 William Shakespeare Othello’yu yazdı

1607 Kuzey Amerika’da ilk kalıcı İngiliz kolonisi Jamestown Virginia kuruldu

1609 Galileo Galilei Jüpiter’in uydusunu keşfetti

1611 İncil’in yetkili versiyonu King James Bible yazıldı

1618 30 yıl savaşları başladı

1619 İlk siyah köleler Virginia’ya ulaştı.

1625 Francesca Caccini tarihçilere göre ilk kadın besteci La Liberazione di Ruggiero besteledi ve Polanya’da 4. Wladyslaw’ın resepsiyonun icra edildi.

1628 William Harvey kan dolaşımını buldu

1631 İngiltere’de Chloridia adlı eserin icrasında ilk profesyonel kadın şarkıcılar yer aldı

1632 Oughtred slide rule’ buldu

1633 Engizisyon Galilei’yi söylediklerini geri almaya çağırdı

1639 Fransa 30 yıl savaşlarına katıldı

1639 Virgilio Mazocchi ve Marco Marazolli tarafından ilk komik opera Chi Soffre Speri Roma’da icra edildi.

1642 – 1646 İngiliz iç savaşı

1647 – 1659 Fransız – İspanyol savaşı

1648 – 1653 Fransız iç savaşı

1654 – 1667 Rusya – Polonya savaşı

1655 – 1660 Brandenburg – Rusya savaşı

1660 İngiltere’de monarşi yeniden kuruldu

1664 – 1666 Newton yerçekimini buldu

1666 İtalya Cremona’dan Antonio Stradivarius ilk kendi imzasını taşıyan kemanı yaptı.

1666 Newton ışık spektrumunu buldu

1671 Leibniz toplama makinasını buldu

1675 Londra’da St.Paul kathedralinin inşaatı başladı Greewich rasathanesi kuruldu. İlk ışık hızı ölçüldü.

1677 Bakteri bulundu

1683 Türkler Viyana’yı kuşattı

1687 Türkler Mohaç savaşını kaybetti

1689 – 1697 Kuzey Amerika’da İngiliz – Fransız savaşı

1696 Thomas Savery Buhar makinasını keşfetti

1699 Avusturya’lılar Macaristan’ı Türklerden geri aldı

1705 Reinhard Keiser Octavia adlı eserinde ilk kez Fransız kornalarını kullandı

1714 Fahrenheit civalı termometreyi buldu

1725 Vivaldi 4 Mevsim’i yazdı

1742 Handel’in Messiah adlı eseri Dublin’de muhteşem bir seyirci karşısında ilk kez sergilendi.

1752 Büyük Britanya Gregorian takvimine geçti.

Müzik Bilimi'nin Tarihi ve Tanımı

Tanım
üzikoloji müzik bilimidir. En geniş anlamıyla müzikle ilgili her türlü bilgi alanını araştıran bir bilim dalıdır. Bazılarına göre müzikte "icra ve bestecilik dışındaki tüm dalları kapsar" yaklaşımı eksiktir. Çünkü müzikoloji "icra ve besteciliği" de kapsayan bir bilim alanıdır. Tarih bilimleri, Felsefe bilimleri gibi çoğul kullanım olamıyacağı gibi "müzik bilimleri" gibi bir kullanım da doğru değildir

Günümüzde özellikle Kuzey Amerika'da anlam değişikliğine uğramış ve müzik tarihinin incelenmesi olarak algılayanlar olmuştur. Bununla birlikte genellikle, müzikoloji yani müzik bilimi, bilimler sınıflandırmasında bağimsız bir bilim alanının adı olarak kabul edilmektedir. Müzikolojinin alt dalları olan "müzik teorisi", "müzik tarihi" ve "etnomüzikoloji"nin 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bağımsızlıklarını ilan etme çabaları olmuşsa da bugün bu üç dal hala müzikolojinin alt başlıkları olarak değerlendirilmektedir Hatta etnomüzikolojiyi müzik tarihinin içinde görüp ayrı bir araştırma alanı olarak kabul etmeyenler de vardır

Müzik Bilimi'nin Tarihi
Müzikoloji'nin ilk olarak "müzik bilimi" anlamındaki kelimenin geçtiği Jahrbuch für musikalische Wissenschaft (1863) adlı eseriyle Friedrich Chrysander tarafından kurulduğu kabul edilir (Randel, The new Harvard Dictionary of Music s. 521). Müzikolojinin o sıralarda henüz kendine özgü bir araştırma metodu yoktu. Eski yöntemlerle araştırmalarını yapıyordu. Üniversitelerde, konservatuarlarda ve özel okullarda müzikoloji öğretimi başlayınca kendine özgü bilimsel metotlar geliştirdi. Büyük müzikbilimi okulları yöntemleriyle birbirinden ayrılırlar. Büyük Britanya organoloji, Fransa arşiv çalışmalarına, tarihlemeye, Almanlar daha çok uslup karşılaştırması, biçimsel çözümleme (analiz), estetik ve yayınlar konusuna ağırlık vermişlerdir. Bu şekilde İtalya ve İngilizler gibi diğer Avrupa ülkelerinin de müzikolojik çalışmalara farklı eğilimleri vardır.

Müzikolojinin kurulmasını sağlayan Germen ülkeleri müzik biliminde önemli eserler hazırladılar. A. W. Ambros (1816-1876) ve H. Riemann (1849-1919), "Guido Adler" (1855- 1941), F. Blume (1893-1975) önemli müzikbilimi eserleri, külliyatlar hazırladılar. Adler müzikolojinin metotları, amaçları, sistematize edilmesi gibi konularda önemli fikirler ileri sürmüştür. XIX. yy. bilginleri arasında August Wilhelm Ambros, Geschichte der Musik (5 cilt, Leipzig 1862-82) adlı geniş çaplı bir eser yazmış ayrıca Bach, Händel gibi bestekarların eserlerini de edite etmiştir. F. Blume'nin yöneticiliğinde yapılan Die Musik in Geschichte und Gegenwart (geçmişte ve günümüzde müzik) adlı eseri Alman müzikolojisinin gurur kaynağıdır. Almanlar müzik estetiğinde Stutgart ekolünü oluşturmuşlardır.

Fransa'da ilk büyük müzik biyograficisi, bibliyografici ve eleştirmen François J. Fetis'dir (1784-1871). Daha sonra Raphael Kiesewetter'in müzik tarihi, Albert Lavignac (1846-1942) Ansiklopedik çalışmaları ile A. Pierro (1869-1943) modern Fransız müzikolojisinin kurucusu olarak bilinirler. İtalya’da G. M. Gatti (1892-1973) İtalyanca müzik sözlüğü, C. Sartori (1913- ) müzik ve müzisyenler sözlüğü ile birlikte Ansiklopedi ve kataloglarıyla ünlü oldular. İngiltere'de Oxford ve Cambridge çok zengin müzik arşivleriyle ünlüdürler. Opera tarihi üzerine çalışmalarıyla E. J. Dent (1876-1957), bir müzik Ansiklopedisi ve müzik tarihine giriş çalışmasıyla J. Westrup (1904-1975), müzikoloji eseriyle D. Stevens (1922- ), bir müzik tarihi ile birlikte müzik yazmaları üzerine çalışmalarıyla bilinen G. Reaney (1924- ) burada çalışan büyük müzikologlardır. G. Grove'nin (1820-1900) müzik ve müzikçiler sözlüğü ölümünden sonrada yenilenerek birçok kez basılmıştır.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ABD'ye göçen Alman müzikologlar yeni teknik olanaklarla bilimsel müzikolojiyi ABD'ye taşımışlardır (Randel, The New Harvard Dictionary of Music, s. 522). ABD'de müzikolojinin kurucusu Library of Congress'in müzik bölümünü ve The Musical Quarterly dergisini yöneten Oscar G. T. Sonneck'tir (1873-1928). Amerikan müziği üzerine bibliyografya ve katalog çalışması yapmıştır. Harvard üniversitesi için bir müzik sözlüğü hazırlayan (Randel, The New Harvard Dictionary of Music, s.522) müzikolog Don Michael Randel'e göre ABD'de müzikoloji Cornell Universitesi'nde 1930'da Otto Kinkeldey tarafından kurulmuştur. Amerikalı müzikolog Baary S. Brook birçok müzikolojik çalışmanın yöneticiliğini yapmıştır.

Bununla birlikte müzikoloji sahasında önemli adımlar atan başkaları da olmuştur. Babillilerin (Sümerlerin) müzik ve çalgılarını Galpin Gün ışığına çıkarmıştır. Ortaçağ müzik anlayışını modern zamana göre açıklayan Cousmaker'dır. Müziğin simgeleri üzerinde önemli çalışmaları ve çözümlemeleri Max Schneider yapmıştır. Bütün bu müzikologlar geniş bir kültürle birlikte bilim araştırmalarını seven ve sebep-sonuç ilişkisini sentez yapabilen kişilerdir.

Recep Uslu'nun Müzikoloji ve Kaynakları (İstanbul İTÜ Vakfı Yay 2006) araştırmasında belirttiği gibi XX. yüzyılın başlarına doğru Müzikoloji'nin çalışma alanı yalnızca Avrupa müziği olmamıştır Doğu müziği, Türk müziği Afrika müziği de müzikologlar tarafından araştırılmıştır Ancak evrim teorisinin ve felsefesinin etkisinde kalan bir kısım müzikologlar bu durumu kabul etmeyip Müzikolojinin çalışma alanını Avrupa müziğiyle sınırlayıp diğer müzikleri ilkel niteleyerek onların müzikolojinin değil yeni bir bilim dalı olarak ileri sürdükleri Etnomüzikoloji'nin çalışma alanı olarak görmek istediler XX. yüzyılın ortalarında bu görüş bazı müzikologlarca kabul edildi. Ancak XX. yüzyılın sonlarına doğru yapılan çalışmalar hiçbir müziğin ilkel olarak nitelenemeyeceğini gösterince "Etnomüzikoloji"nin, Avrupa dışındaki diğer müzikleri inceleyen etnomüzikologlar kültürel müzikolojiyi araştırma alanı olarak benimsediler.

Bugün gelinen noktada ise genel kabule göre Müzikoloji bağımsız bir bilim dalıdır Müzik tarihi müzik teorisi gibi alt dallara müzik mitolojisine kadar varan araştırma alanına sahiptir. Bazıları "Etnomüzikoloji"yi "müzik tarihi"nin içinde bir araştırma alanı olarak kabul etmektedirler. Bununla birlikte Dünya müzikleri, "Karşılaştırmalı müzikoloji", "Kültürel müzikoloji" gibi adlandırılan alanlar da yine müzikolojinin alt dalı olan başlıklardır. Ayrıca bk. Türkiyede Müzikoloji, Müzikoloji Metodolojisi,

Müziğin Tarihçesi
Eski Hint Uygarlığı'na göre müziği, Tanrı Brahma'nın karısı Sarasvati bulmuş. Mısırlılar ise müziği yaratan tanrının Hermas, Osiris ve Horus olduğuna inanırlarmış. Yunanlılar ve Romalılar'a göre ise müzik Apollon, Minerve ve Mercure adlı tanrılar tarafından yaratılmış. İlkçağın en önemli şairlerinden Lucretius, bu inanışlara karşı gelmiş, müziğin tanrı icadı değil, kuş sesi, rüzgar gibi doğa seslerinin taklidinden oluştuğunu söylemiş. Müzik kelimesinin kökeni de Yunan Mitolojisi'ne dayanıyor. Mus veya Musa adı verilen, her biri ayrı bir çalgı çalan dokuz küçük tanrıçanın yaptıkları eyleme müzik denmiş. Bütün bunlar içinde Lucretius bana çok daha anlamlı geliyor.

Bizim Deniz'e geri dönelim. Bir Ay önce beraberce Antalya'ya bir ziyaret yaptık. Değerli ustam Fikret Otyam ve eşi Filiz Otyam da, kızımızdaki bu müzik tutkusunu keşfettiler. Filiz Hanım'ın ağlarken bile şarkı söyler gibi yapan Deniz'e aldığı darbuka, küçük kızımızın hoşuna gitse de, tahmin edeceğiniz gibi Antalya ziyareti sonrasında bizi biraz olumsuz etkiledi.

Televizyonun insan hayatının tümünü işgal ettiği bu dönemde insanı yaşamın diğer alanlarına, renklerine ve tatlarına çekecek ilginin neredeyse tamamının müziğe endekslenmesi ve toplumun büyük bölümünün müzisyenliğe özendirilmesi yeni Mozart'lar yaratır mı bilemiyorum. Ancak görünen o ki, müzik artık popüler kültürün en önemli öğesi. Dinlediğimiz müzik, giyim tarzımızdan yediğimiz yemeğe kadar hayatımızın her alanına nüfuz ediyor. Arkadaşlarımızı bile dinlediğimiz müziğe göre seçiyoruz. Hatta müziğe göre bir sınıf oluşturuyoruz. Ya rockçı oluyoruz ya popçu ya arabeskçi oluyoruz ya da fazlasıyla klasik takılıyoruz.

Dün yazılı basında, seçim kadar önemli bir olayda bile, televizyonlarımızın izlenme oranlarında en yüksek değerleri, halkımızın müzik dünyasına katmayı arzuladığı yarışmacıların programları elde etmiş. Tabii bu sadece Türkiye için geçerli değil, gelişmekte olan bütün ülkelerde ve gelişmiş ülkelerin izlenme oranlarını belirleyen varoşlarında da aynı. Bu yeni oluşumun en büyük mağdurları da müzik emekçileri. En çok şikayetler de onlardan duyuluyor.

Recep Uslu'nun araştırmalarına göre müzik tarihi kendine ait metotlara sahip olmakla birlikte, genellikle tarih metodolojisini kullanır. Metodolojik anlamda müzik tarihi araştırmaları müzikolojinin kurulduğu yıllarda başlamıştır. alan araştırmaları, güncel müzik tarihine girmektedir. Türe, ülkelere, coğrafi bölgelere, insan toplumlarına ve konularına göre müzik tarihi yazılabilir. Müzik tarihi metinlerinde araştırılan konunun terimlerine bağlı kalmak kabul edilen esaslardandır.

Şarkılarla Dolup Taşan Bir Yazar: Mehmet Bilâl

Edebiyat dünyası Mehmet Bilâl�i çok iyi tanıyor. �Üçüncü Tekil Şahıs� ve �Adresinde Bulunamadı� adlı kitapları, hem radikal tavrı ve üslubu, hem de anlattığı konuların farklılığı ile her türden insanı çarptı.

Televizyon dünyası da çok iyi tanıyor Bilâl�i; kendisi �Aliye�, �Rüya Gibi� ve �Binbir Gece� dizilerinin senaristlerindendir. Hemen hemen herkes, �Bu kanallarla, bu dizilerle nereye varacak sonumuz?� diye kaygılanmaktayken başladı senaryo yazmaya ve hepimiz gördük ki, önemli olan �niyet�tir; insan isterse en daralmış, en sıkışıp kalmış alanda bile işin �insani� yanını öne alabilir, yukarıya taşıyabilir.

Böyle yazarlardandır Mehmet Bilâl, insanı insan yapan her türden duyguyu layıkıyla kaleme alır; tarif eder, betimler, gösterir. Üstelik şarkılar eşliğinde yapar bunu.

Yazarın can damarlarından biridir müzik. Çalan (ya da yazarın çalmasını arzu ettiği) şarkı, o sırada olup biten her neyse ona eklenir, onu daha anlaşılır kılar. Anlatılana hem güç hem de berraklık katar Bilâl�in çaldığı şarkılar. Yazılanlar-konuşulanlar duyduğumuz şarkının da etkisiyle yüreğimize dokunur. Bu şarkılar anlatılanlara uysa da uymasa da, kendi maceramızı çağırır, filmin yeniden dönmesine sebep olur.

İçinden şarkılar geçirip duran biridir Mehmet Bilâl.

Böyle birinin müzik üzerine yazı yazıyor olması da, bu nedenle çok anlaşılır, çok olağan. Aynı zamanda biz okurlar ya da müzik tutkunları için de büyük bir şans. Şarkılara tutunmanın, şarkılara bağlanarak yaşamı sürdürmenin nasıl bir şey olduğunu bilenler, Bilâl�in müzik üzerine yazdığı yazılardaki her �takıntı�yı, her �imge�yi eminim ki sevinç çığlıkları atarak, �Ah evet! Tıpkı benim gibi, aynen benim gibi, benim yaptığım gibi!� diye düşünecek, bir �ikiz kardeş�e rastlamış gibi huzur, keyif duyacaklar.

Şarkılar bütün bunları yapmaya muktedir mi gerçekten? Evet öyleler. Aliye�de �Ben Varım� (Ayten Alpman) laf olsun diye dönmedi; o şarkı binlerce sözün anlatamadığını anlattı bize; ya da anlatılanları katladı-güçlendirdi. �Duygu� dediğimiz şey bazen suya yazılmış bir yazı, bazen de yüreği boydan boya biçmiş bir kılıçtır. Mehmet Bilâl, (aradaki diğer renk ve dereceleri de atlamadan) �duygu�yu boydan boya kavrıyor, her iki uç arasında ustalıklı bir biçimde gidiyor-geliyor. Bunu yaparken de, fazla değil yalnızca birkaç silahı var: Tanrı vergisi yeteneği, usta dili ve müzik tutkusu.

Şarkılarla dolup taşan bir yazar Mehmet Bilâl; müzik üzerine yazdıklarını okurken bunu net bir biçimde zaten göreceksiniz. Bir de şunu göreceksiniz: O şarkılar kağıttan-ekrandan size de ulaşacak, sizi de sarıp sarmalayacak. Direnmeyin; bırakın kendinizi! Yeniden bir yerlere tutunmak istediğinizde, bunu şarkılarla yapabileceğinizi bilin. Şarkılar kimseyi yarı yolda bırakmamıştır.

BİR İKONANIN RENGÂRENK ÖYKÜSÜ

Dile kolay, 45 koca yıla yayılan, ilkler, birincilikler, mücadele, kavga ve aşklarla dolu bir yaşam. Bugün Ajda Pekkan, son hiti "Vitrin"de Sezen Aksu'nun çok güzel bir şekilde tasvir ettiği gibi "İçime attım ne varsa, anlamaya çalıştım herkesi" diyor kendi tarihinin özeti olarak. Yüzlerce kayıt, konser, turne, zirveler, ödüller, koyu hayranlar, sönmeyen spotlar… Çok az ölümlüye nasip olan böylesi uzun bir şöhreti, canını dişine takıp sürdürebilme gücü… Yıkılmamışlığı, ilkliği, en tepede olmayı koruyabilmek adına sürekli yenilik peşinde koşan bir tutku; yeni tarz denemeleri, estetik operasyonlar, filmler, şovlar, kabareler ve hatta fotoromanlarla dolup taşan, yurtdışı plak maceraları, yarışma başarıları ve başarısızlıkları, sürekli değişen plak şirketleri, jüri üyelikleri ile bir türlü dinmeyen, nefes almadan koşulan bir hayat… Daha doğrusu Naim Dilmener'in haklı olarak belirttiği gibi bir maraton Ajda Pekkan'ın yaşam öyküsü. Hakikaten içine atmış ne varsa.

Neydi Ajda Pekkan'ı Türk popunun en özel ikonası, şarkıcıların şarkıcısı, hatta "eleştirmenlerin şarkıcısı" haline getiren? Dilmener'in kapsamlı bir döküm sunduğu "Ajda Pekkan Kitabı", şarkıcının dönemlere ayırarak incelediği kariyerini belge, röportaj ve listelerle yıl yıl anlatıyor. Kitap hem meraklıların bulabileceği bonus tadında ayrıntılar, hem de pop tarihine yeni ilgi duymaya başlamış müzikseverlere hitap ediyor. Örneğin genç kuşak müzikseverler Ajda'nın uzun bir Yeşilçam kariyeri olduğunu öğrenince epey şaşırabilirler. Diğer yandan "Kimler Geldi Kimler Geçti"nin ilk başta Ajda tarafından hiç sevilmemiş olması gibi yüzlerce küçük eğlenceli detay Ajdakolikler için epey malzeme sunuyor. Pekkan'ın ilk çalışmaları, İlham Gencer tarafından keşfedilmesi, daha sonra sırayla gelen Regal, Philips ve İstanbul Plak dönemleri, Dilmener'in olgulara dayanarak ilerleyen pop-biyografisinin kimi parçaları. Dönüm noktası plakların (Sensiz Yıllarda, Hoş Gör Sen vs.) nasıl yapıldığı tanıklıklarla anlatılmış. Öne çıkan ilginç bir nokta Ajda Pekkan'ın bugün de olduğu gibi, hep kendi bildiği yolu izlemiş, en büyük tekliflere, en büyük prodüktörlere canı isteyince burun kıvırabilmiş bir şarkıcı olması. Zaten onun büyüsünün bir yanı da müziğiyle, estetikleriyle ya da anlaşılmaz laflarıyla olsun her zaman şaşırtmasında, önce yadırgatmasında ama sonunda mutlaka ikna etmesinde değil mi, diye içinizden geçiriyorsunuz kitabı okurken. Dilmener'in kitabı yanlı bir anlatı da değil. Ajda'nın, yazarın aleni Batı kökenli pop yanlısı ve öznel olmaktan kaçınmayan beğenisine göre 'yanlış' olan seçimleri, diğer kariyer hataları ya da kimi zaman piyasa doğrularını hissedemeyişi, net örneklerle anlatılıyor. Dilmener'in eğlenceyi eksik tutmadığı anlatımında her bir yıl, o yılı karakterize eden bir Ajda şarkısıyla başlıklandırılmış. Demek ki her yıla böylesine damga vurmuş bir tane varmış! Dönemler ise yine Dilmener'in matrak üslubuyla "ilkçağ, ortaçağ, yeniçağ, postmodern çağ" başlıklarını taşıyor. Ne de olsa popun tüm çağlarını solumuş bir figürle karşı karşıyayız.

Dilmener, okuru 'müzisyen ve şarkıcı olarak Ajda Pekkan' konseptinden fazla saptırmadan onun mesleki kariyerine odaklatma yolunu seçmiş. Kitap, renkli bir foto albüme benzer bir şekilde, anekdot anekdot, olay olay ilerliyor. Dilmener'in, o ünlü sözündeki gibi "pop oturup pop kalkan", hatta biraz naif, çocuksu bile denebilecek renkli bir deyişi var. Belli ki çok uzun çalışmaların ürünü olan kitap, yüzlerce basılı ve özel röportaja, tüm geçmiş pop dergilerinin incelenmesi gibi yoğun bir işçiliğe dayanıyor. Ajda Pekkan'ın 1968'te başlayan liste başı olmaları, plak plak, konser konser üst seviyelere tırmanışı, 70'lerden 80'lerin ortalarına uzanan bugün hâlâ aşılamamış başarıları, Fransa'da ardı ardına basılan çalışmaları, Japonca, Yunanca kayıtları, sadece Avrupa'da değil Mısır'dan İran'a, Amerika'dan Japonya'ya pek çok yerde konserler vermiş hatta çok eski değil 1990 yılına kadar Japonya'da plakları basılmaya devam eden bir şarkıcı olması ("Seni Seçtim") bu inişli çıkışlı hikâyenin parçaları.

Dilmener böylesine ayrıntılarla dolu zor bir öyküyü basit ve anlaşılır bir şekilde resmederken psikolojik yorumlara veya Türkiye'nin batılılaşma tarihinin bir okumasını yapmak gibi analizlere ya da okuru teknik olarak ürkütebilecek vokal özellik incelemelerine hiç yeltenmiyor. Belki de, Ajda herkesin kendine dilediğince pay ve özdeşleşme çıkardığı, çokyönlü ve çokyüzlü bir "ikona" olduğu için sübjektif sayılabilecek değerlendirmelere girmektense, belge ve plak yapım hikâyesi gibi olgusal ögelerin içinde kalmayı tercih etmiş, fakat sonuç olarak okuması zevkli ve sürükleyici bir öykü ortaya çıkmış. Aslında Ajda Pekkan pek çok açıdan incelenebilecek, kültürel calışmalar ve popüler müzik tarihi açısından bitmez tükenmez bir hazine. Bu kitap ilerde yapılacak, karşılaştırmalı, yoruma dayalı çalışmalar için de çok iyi bir malzeme sağlıyor, inanılmaz bir belge dökümü sunuyor. Türk popunun bugünlerdeki seviyesinden rahatsız olan ve eski, gerçek starların değerini bilmek isteyen müzikseverlere tavsiye edilir.

İlk uluslararası sanatçımız
Dilmener, Pekkan'ın günümüzde tamamen unutulmuş birçok yurtdışı başarısını anlatırken Türk popunun ilk uluslararası ve uzun süreli yurtdışı çıkartmasının Tarkan'dan otuz yıl kadar önce Ajda Pekkan tarafından, hem de çok daha fazla sayıda plakla ve uzun bir sürece yayılarak yapıldığını kanıtlıyor. "[Arda Uskan]: 'Bundan on beş gün önce Philips şirketinin stüdyolarına girip Türkiye için iki Türkçe plak dolduran sanatçımızı, şirketinin ilgilileri Fransa'dan önce İtalya'da üne kavuşturmak için çalışıyorlar.'… Philips'in Pekkan'ı yalnızca Avrupa'ya değil, büyüklüğü ve zenginliği her zaman dillere destan olmuş Japonya pazarına sunma isteğinde de olduğu, işin yapıldığı 1971 yılında değil ancak internet ile birlikte bilginin yaygın bir şekilde dolaşmaya başladığı 2000'lerde duyulur… İtalya için planlar yapılır, Almanya için plaklar kaydedilirken, Philips Pekkan'a meğer bir de Japonca söyletmiştir.

Kıyısından köşesinden pop tarihi
Dilmener, Pekkan'ın kariyerinde en büyük paya sahip kişilerin anılarına yer verirken pop tarihinin bilinmeyenlerine de ışık tutmuş. Sözlerinin Fecri Ebcioğlu'nca yaratıldığını sandığımız "İki Yabancı" şarkısının aslen Fikret Şeneş tarafından yazılmış olması gibi.

Memleketin en iyi giyinen kadını
"Pekkan çılgın punk saçları ve giyimi ile fuarın en çok ilgi çeken sanatçısı olur… ister 'sarı şifondan uçucu bir tuvalet' ister 'saten kumaştan saks mavisi bir mini' giysin, sonuç değişmez; sanatçı 'memleketin en iyi giyinen kadını' ünvanını boşuna elde etmediğini herkese gösterir." (s. 231)

Fikret Şeneş'in zoruyla
Dilmener'in Şeneş'le yaptığı özel görüşmede Ajda'yı Ajda yapan ünlü söz yazarı anlatıyor:"Kimler Geldi Kimler Geçti'yi yazdım, bitirince gösterdim ona, baktı, katiyen okumam dedi… Ben de başa şarkı yazmadım… İnadı tuttu ama ben de inat yaptım, başka şarkı yok dedim ve sonunda mecbur kaldı söyledi…" Dilmener şöyle devam ediyor: "Türk popunun en güzel şarkılarından birini, meğer Ajda Pekkan'dan çok Fikret Şeneş'e borçluymuşuz." (s. 130)

Hayır diyen kadın
"Best Of" ve "Diva" albümlerinde şarkılarını eski orijinal halleriyle yayınlatmak istemeyen ve günün altyapılarına göre coverlayan Pekkan, bir çok nostaljik projeye de "hayır" diyecektir. Onun geçmişin sararmış sayfalarında kalmaya hiç niyeti yoktur: "Pekkan bu tür projelere ['Gerçek ve Düş'ün Çiğdem Talu tribute albüme alınması] her zaman uzak durmuştur... Pekkan'ın ilk dönem şarkılarının yeniden yayınlanmasına rıza göstermemesi de aşağı yukarı aynı nedenlere dayanır. Geldiği noktadan geriye dönüp baktığında eski vokal biçimini beğenmemekte, 'acemice' olduğunu düşünmektedir. Bir başka sebep de… Süperstar bu tür 'saygı-sevgi' işlerin herkes gibi yaklaşmamakta, 'Yok!' demekten çekinmemektedir."

Anlaşılmaz sözlerin Ajda'sı
"Ekstrem tenakuzlar içindeyim" gibi hafızalarımıza yer etmiş, yarı Osmanlıca, yarı Fransızca, ve epey bir kafa patlatma gerektiren karmaşık sözler ustası Ajda Pekkan, kitapta alıntı yapılan bir röportajda politikaya atılmayı düşünüyor musunuz şeklindeki bir soruya bakın nasıl yanıt veriyor: "Ben zaten şu anda politika yapıyorum, daha ciddi boyutlarda yapmayı düşünmüyorum."(s. 250)

http://www.birzamanlar.net/yazarlar/konukyazar/ufukcakmak/index.html

UZAN DA TUT ELLERİNİ

"Onno Tunç Şarkıları" da zengin mi zengin bir albüm; hem şarkılardan, hem yorumculardan yana şanslı ve zengin. Bu albüm ile birlikte, Tunç'un her biri zamanında dillere düşmüş şarkıları, "2007 Model" olarak karşımıza çıkmış. Nilüfer'den Aylin Aslım'a, Sezen Aksu'dan Levent Yüksel'e varana kadar 13 önemli yorumcu ve her biri popüler müziğimizin seyrini değiştirmiş 13 önemli şarkı var bu albümde. Şarkıların bir kısmı, daha önce bildiğimiz-dinlediğimiz yorum ya da biçimlerine taban tabana zıt; bir kısmı ise, öncekinin devamı (hatta bir kısmında aynısı) gibi. Aynı ya da farklı da olsa, bu albüm ve bu şarkıla, Onno Tunç'un popüler müziğimiz için ne büyük bir şans olduğunu söylüyor bize; yeniden, bir kere daha. Tunç olmasaymış, popüler müziğimiz elbette olur ya da bir şekilde döner dururmuş. Ama şu kesin ki, bu halinde olamaz, bugünkü biçimine evrilemezmiş. Tunç ve onun ayarında birkaç müzisyen daha (mesela Attila Özdemiroğlu, mesela Şanar Yurdatapan), en azından işin başında "bu topraklara yabancı" gibi görülmüş bir müzik türünü yerleştirmek için çok ama çok çalışmışlar. Çalışmakla da kalmamış, bu 'yabancı' müziği, buralı kılmak için de büyük gayret harcamışlar. Gayretleri de boşa gitmemiş; başarmışlar. Bu albüm de, bunun ispatı ya da sağlaması gibi zaten. Albümden taşan renk ve farklılık, Tunç ve benzerleri sayesinde, 'sistem' başka türlüsünü öneriyor olmasına rağmen müziğe, yalnızca müziğe tutkun bir yorumcu ve müzisyen kadrosunun yetiştiğini gösteriyor. Özellikle Mor Ve Ötesi'nin sesinden-tellerinden yankılanan "1945" ve Şebnem Ferah'ın yeni bir "can kırığı"na dönüştürdüğü "Ünzile" (ki, her iki şarkının da sözleri, -kendisi bu özelliği ile bilinmek ya da anılmak istemiyor olsa da- bu toprakların en akıllı, en zeki kadınlarından Aysel Gürel'e ait), Onno Tunç'un taa oralardan, gökkuşağının içinde durduğu en manzaralı-en ferah yerden görüp gurur duyacağı kadar muhteşem olmuş. İnsanı insan olduğundan utandıran meselelere parmak basıyor olmalarına rağmen, insana yarına tutunma gücü de verebilecek kadar sağlam şarkılar da.

(Şifresi, Ossi'nin kurucusu Hakan Eren'in olduğu) Alpman ve (şifresi Pozitif Edisyon'un başındaki Ali Coşar'ın olduğu) Tunç'un albümleri, müziğe duyulan aşkın çok saf bir hali. Hayatının içinden şarkıları geçirip duranlar ile şarkıların içinden (belki bir gün, bir şekilde) geçmeyi hayal edenler için de, müzik ile çok daha serinkanlı bir ilişki kurabilmiş olanlar için de vazgeçil(e)mez iki albüm.

Bulursanız kaçırmayın :

Başta "Kim Demiş Aşk Yalandır Diye" (Grafson) 45'liği ve "Bir Başkadır Ayten Alpman" (Ossi) ile "Eski 45'likler" (Ada) diskleri olmak üzere, Ayten Alpman'ın sesinin hayat verdiği her şey
Başta "Onno Tunç Şarkıları" (Kolaj) olmak üzere, Tunç imzalı her şarkı
Murathan Mungan'ın "Söz Vermiş Şarkılar" (Ada) albümü
Cömert Baykent'in "Söz Sevgilim Söz" (Polydor) 45'liği

Keşke olsa :

Beş on disklik bir "İntegral Onno Tunç" paketi
(Rojin, Ciwan Haco, Çar Newa, Rashit, Umay Umay ve Rahmi Saltuk gibi) "başka ses, başka dil ve başka dünya"ların da yer alacağı ikinci bir "Onno Tunç Şarkıları" projesi

http://www.birzamanlar.net/album/aytenalpman/naimdilmener.html

BİR BAŞKADIR BİZİM ŞARKILARIMIZ

Popüler müziğimizin yaşadığı en sıkıntılı kış mevsiminden yola çıkarak, yaz mevsiminin de bu alana bir hareket getir(e)meyeceği söyleniyordu ama öyle olmadı. Albüm yağıyor resmen! Her tür, her biçimde albüm. Bu bolluğun içinden, hem tür hem de tavırları nedeniyle iki albüm biraz daha fazla öne çıktı. Ayten Alpman'ın "Bir Başkadır…" (Ossi) ve Onno Tunç'un "…Şarkıları" (Kolaj) albümleri.

Popüler müziğimizin anıt isimlerinden Ayten Alpman'ın albümü, hemen hemen herkesi şaşırttı. Koyu hayranları dahil, hemen hemen hiç kimse Ayten Alpman'dan yeni bir albüm beklemiyordu artık. Müzik piyasamızın işleme biçimi, bu piyasaya 'hakim' olanların kafa yapısı herkesin malumu olduğu için, hiç kimse Alpman ya da muadili başka bir 'çınar'dan yeni bir şarkı, yeni bir kayıt bekliyor değildi. Alpman ve benzerlerine saygıda kusur etmiyor, seviyor-sayıyor, arada bir eski şarkılarını derliyor toparlıyorduk ama, yeni bir şey yaptırmayı ya da sıfırda bir projenin merkezine onlardan birini almayı da hiç akıl edemiyor, düşünmüyor ya da istemiyorduk. O çağ ya da dönem ile işimiz bitmiş gibi yapmak daha kolaydı tabii; kim uğraşacak, kim zorlanacaktı ki? "(Bir Başkadır Benim) Memleketim" ile dillere marş olmuş, "Tek Başına" ile 7'den 70'e herkesi duygulandırmış-ağlatmış ve "Aliye" dizisinde "Ben Varım" ile (bu şarkıya aşık Mehmet Bilâl'in katkılarıyla) yeniden dört bir yanı sarmış olan Alpman gibi birine uzak durulamayacağını düşünenler dahi yanılmıştı. Stüdyo mütüdyo, yeni şarkı filan hak getireydi; yeni şarkıları, yeni ve genç şarkıcılar söyleyebilirdi; ya da bir kısmı söyleyemese bile, bu imkan ancak onlara tanınabilirdi. Belirli bir yaşın üzerinde olanlar kenarda sessizce durmalı, yeri ve zamanı geldiğinde görecekleri saygı ile yetinmeliydi. Neyse ki yanlış hesap, kaç yıl geçmiş olursa olsun yolunu bulup dönebiliyor. Alpman'a yıllar yıllar sonra bizi kavuşturan son albüm, son derece şık, son derece zeki bir proje. "Ayten Alpman, kendisinden sonraki kuşakların şarkılarını söylüyor," şeklinde özetlenebilecek bu albümde, "Arkadaş" gibi hayat kurtarmış, "Seninleyim" gibi aşkın ölümüne bir tutku olduğunu kafalara ve yüreklere kazımış, "Sen Benim Şarkılarımsın" gibi "aşkın en saf hali"ni tanımlamış şarkılar var. Bu ve diğer şarkılar, Alpman'ın yıllara meydan okuyan yorumculuğu ve Sadun Ersönmez'in çoğu şarkıya eklediği (ve Alpman'ın, geçip giden yılların sesine eklediği yorgunluğun da zenginleştirdiği) caz tınısı ile eski hallerinden tamamen farklı şarkılar haline gelebilmiş. Bilinen bir şeydir, tekrarlayalım: İyi ya da kötü şarkı yoktur; söyleyen-seslendiren şarkıcıdır iyi ya da kötü olan; ve de çalan-eşlik eden-düzenleyen müzisyen(ler). "Bir Başkadır…" albümünde, hem yorumcu hem müzisyenler dört dörtlük olunca, "Yaz Yağmuru" gibi çoktan tarihe karışmış bir Serdar Ortaç şarkısı bile kanatlanmış, yılların ötesine taşınmayı garantilemiş.

9 Ağustos 2009 Pazar

TÜRK MÜZİK TARİHİNE GENEL BAKIŞ

İnsan düşüncesinin ürünü olduğu kadar duygusal bir deşarj yolu da olan müzik, yaratıldığı ortamla, çağın dünya görüşü ile, kısaca insan yaşamı ve toplumla, bütün diğer sanatlar gibi sıkıca bağlıdır. Müzik yoluyla bir yandan günlük yaşamın üstüne çıkıp güç kazanırken, bir yandan da birlikte yaşamanın kurallarını öğreniriz.

İnsana, bütün sanatlardan daha büyük bir kolaylık ve etkileme gücüyle ulaşan müziği “seslerle düşünme, sesler aracılığı ile yaşamı duyumsama ve geliştirme yolunda insan gerçeğinin, bütün ilişkileri içinde, araştırılması ve aktarılması sanatı” olarak tanımlayabiliriz. Bu arayışta en çarpıcı amaç, insanı korumaktır. Bu koruma işlevi bugün artık somut olarak görülen ve hemen kavranabilen bir özellik değildir.

Müzik, matematiksel bir mantık, disiplin, zamanı kullanma, susma, dialog kurma, hareket etme ve ilişkiler sanatıdır da...

Yalnızca sınırlı bir bölümünü sesler ve gürültüler halinde kavrayabildiğimiz titreşimler, doğanın en belirgin kanıtıdır. Normal yapıda her insan, işitme ve müzikle ilgili yetilerden kendi payına düşeni almış olarak doğar. Müziği, varlığına, aldığı eğitime, ırkına, yaşadığı çağa göre üretir.

Müzik malzemesi, insan doğmadan milyonlarca yıl önce hazırdı. Çünkü doğa, sonsuz bir “sesli malzeme”dir. Gök gürültüsü, yer kayması, yer sarsıntısı, suyun akışı ve çalkantısı, havanın dar boğazlardaki hareketi gibi olaylar, doğadaki sayısız sesler ve titreşimlerden bir bölümünü oluşturur.

Kapalı ilkel toplumların incelenmesi yoluyla ilk insanların müzik eğilimleri ve üretimleri hakkında yaklaşık bilgiler edinilebilmektedir. Bu, geçmişin örtüsünü kaldırmanın bir yoludur ve oldukça güvenilir bir yöntemdir. İlk insanlar gök gürültüsünde doğa üstü güçlerin simgesini, fırtınanın uğultusunda kötü ruhların sesini, denizin sakin görüntüsünde ya da patlamasında tanrıların iyiliğini ya da öfkesini buluyorlardı. Yankı bir çeşit kehanet, vahşi hayvanların sesleri bilinmeyenin habercisi olarak algılanıyordu. Böylece, insanlığın başlangıcında din ve müzik birbirine karıştı. Kısıtlı bir sözcük dağarcığına sahip olan ilkel insan gördüklerini adlandırıyordu. Duygularını, içgüdülerini ve kutsal güçlere inancını anlatmak için hemen o anda kendiliğinden düzenleniveren seslerden yararlanıyordu.

Giderek müzik, ninni ya da matem şarkısında olsun veya büyüyle karışmış bir törende olsun, ilkel insanın, bütün gereksinmelerine cevap verecek biçimde ve her alanda varlığına sıkıca girdi. Günümüze ulaşan bilgiler ile kapalı toplumların yaşamları incelendiğinde ilk insanın, hançeresinden kuş seslerine benzer tiz sesler, vahşi hayvan homurtuları gibi pes sesler çıkardığı ve bunları doğa karşısında güçlü olmak için kullandığı varsayılmaktadır.

Müziğin doğasında olan ses, böylece kullanılır hale gelmiş olmaktadır. Ritm ise, gelişmeye başlayan insanın, kutsal güçlere karşı kendini af ettirme isteklerini açığa vurduğu ve doğa karşısında, kazanım çoşkularını simgeleyen törenlerde ortaya çıkmaya başlamıştır. Güç kazanılmış bir avın çevresindeki kutlama törenlerinin, ava çıkmak için yapılan törenlerin dansla ilişkisi açıktır.

İnsandaki ritm duygusunu, “bir vuruş, bir gürültü ya da bağırışın tekrarından ve simetrisinden doğan haz” biçiminde tanımlayabiliriz. Doğadan aldığımız en kesin mesaj ritmdir kuşkusuz. Simetri, tekrar, düzenli tekrar, yankı... Görünüşteki dağınıklığa karşın her şey tamamen ölçülüdür. Gece ve gündüz, mevsimler, üreme, filizleme, çiçek açma, solma, yaşam ve ölüm...hepsi kesin bir disipline boyun eğer. Bu da insanoğluna, doğanın ve kendi mekanizmasının ritmlerle çevrili olduğunu kısa sürede kavratmıştır.

İlk insan, ayakları, elleri ve gırtlağı ile yarattığı ölçülü iskeleti giderek çeşitli seslerle doldurdu. Zamanla basınçlı hava sütununun tınısını buldu, onu bir tüp içinde titreştirmeğe başladı. Delik bir öküz boynuzu, içi oyuk bir kamış ya da kemikten uyumlu sesler çıkarttı. Zengin üfleme çalgıları böyle doğdu. Avcılıkta kullandığı gerilmiş yayın çıkardığı ses, yeni bir çalgı ailesinin doğmasına neden oldu. Bundan sonra müzisyenler sesin ve tınının sırlarını çözmeye uğraştılar[1].

İlkel insandan kavim yaşamına geçildikten sonra, müzik toplumsal yaşama da girdi. Her toplum kendi yaşam biçimine, değerlerine, inanç ve törelerine uygun müzik üretti. Kendi çalgılarını, ezgilerini, ritmlerini oluşturdu.

Türk müzik tarihi de kendi bünyesinde, kendine has ve kendi ürettiği biçimi ile genel müzik tarihi içinde yerini aldı. Türk müzik tarihi “hem Türk’lerin tarih boyunca müzik ile olan her türlü ilgisinin, hem de Türk müzik sistemi ile bu sisteme karışan her türlü müziğin teknik gelişmelerinin incelenmesi[2]” biçiminde tanımlanabilir.

İlk çağlardan itibaren Dünya’da gelişen ve yayılan Türk’ler, müzikteki ilerlemelerini gittikleri yerlere taşımışlar ve geliştirmişlerdir. Bugün Türk’lerle ilgisi olan tüm ulusların müziklerinde, Türk müziğinin etkisi görülmektedir. Bir çok batılı besteci, eserlerinde Türk motiflerini işlemiştir. Kısaca Türk müziği etkisine Asya, Avrupa, Orta Doğu ve Afrika’nın bir bölümünde rastlamak mümkündür. Ayrıca Türk’ler, nota ve müzik aletlerinin gelişmesine de öncülük etmişlerdir. Kemençe (ıklığ), tar, kopuz, saz, vurmalı çalgılardan davul, tef, kudüm, kös vb. bunlara en iyi örneklerdir[3].

Türk müziğinin tarihsel gelişimi ve dönemleri ise 2 ana başlık altında toplanır.

1- Türk Halk Müziği’nin tarihsel gelişimi.

2- Klasik Türk Müziğinin tarihsel gelişimi.



TÜRK HALK MÜZİĞİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ

Halk müziği, dünyanın her tarafında o ülkenin aydınları tarafından yaratılan müzik türlerinden farklı olmuştur. Halk müziği ile, aydınlar tarafından yaratılan müzik türleri arasında en önemli fark, halk müziğinin anonim olmasıdır. Halk müziği ülkenin bir ürünüdür. Milletlerin öz varlığının yüzyıllar boyunca dile gelmesinden doğmuştur.

Günlük hayatı yansıtan ezgi, ritm ve tonalite bakımından değişik bölgelerde farklılıklar gösteren bu müzik kolu, doğal ve sosyal konuları dile getirir. Bu müzik türü ritm, ezgi ve tonalite bakımından renkli ve zengindir[4].

Alman müzikoloğu Hugo RİEMANN’a göre halk müziği ”ezgi ve sözleri kimin tarafından yapıldığı belli olmayan, bir çok sebeple halk tarafından kabul edilmiş ve halk ezgisi ifadesine bürünmüş, melodik ve armonik bünyesi kolayca anlaşılan ve popüler bir eda taşıyan müzik türü”dür[5].

Türk Halk Müziği ise “Türk milletinin esasını oluşturan büyük halk kitlesinin, tarih boyunca ve her medeniyet dairesinde kendi kendine yarattığı, içinde eski müzik geleneklerini devam ettirdiği, anonim bir karakter taşıyan halk sanat türü”dür. Halil Beddi YÖNETKEN’e göre “folklorik, anonim bir değer taşıyan, vücuda getiricisi belli olmayan, Türk köylüsünün, Türk aşiretinin, Türk aşıklarının müziği”dir[6].

Bu sanat; köy, küçük kasaba halkının öz müzik kültürünü teşkil eder. Türk Halk Müziği kendi özel metrik ve model bünyesi içinde, kendine has müzik aletleri, vokal ve enstrümantal müzik türleri ile, orijinal bir içerik taşır[7].

Dönemleri 3’e ayrılır.

1- İlk Dönem. (İslamiyet’ten Önceki Dönem)

2- İslamiyet Etkisi Altındaki Dönem.

3- Bugünkü Dönem.



1- İlk Dönem (İslamiyet’ten Önceki Dönem)

Türk boylarının tarih sahnesinde göründüğü Orta Asya’da ilk medeniyet izleri arasında, kopuz ve onun kullanılması ile, halkın yaşayışının ifade edildiği ezgilerin varlığı bilinmektedir.

Türkler İslamiyet’i kabul etmeden önce Şamanizm’in etkisinde kalarak (bazı Türk boylarında, Gök Tanrı inancı, Maniheizm ve Budizm inancıda vardır.) dini görüşlerini yönlendirmişler, dini ayinlerinde müziği kullanmışlardır. Yuğ törenlerinde (yas günleri, ölülerinin arkasından yaptıkları törenler), toy ve şölenlerinde[8] (yılın belli dönemlerinde hayvanları yedikleri törenler), müziği bir etkileme gücü, ruhsal boşalımın bir aracı, eğlencelerinin bir parçası olarak kabul etmişlerdir. Ayrıca, devlet, millet birliğini oluşturan; savaşta orduya duygu veren, yürüyüş ve hareketini düzenleyen de ses ve ritm dir.

Elimizde pek fazla kaynak bulunmamasına rağmen Dede Korkut hikayelerinden, Orhun Anıtlarından Türklerin halk müziğinin günlük yaşamın içersine girdiğini bilmekteyiz. Özellikle Dede Korkut’un günümüze kadar ulaşan hikayeleri bu konudaki en değerli hazine gibidir. Dede Korkut’un kitabında tasavvuf ve mistiklik aramak, hem güç ve hem de doğru değildir. Bununla beraber, İslamiyet’ten ve her türlü yabancı dinden arınmış, en eski Türk mitolojisinin bir çok mith ve mythos’larını görmek ve duymak da mümkündür. Dede Korkut’a Türkmenler ve Orta Asya Türk’leri tarafından Korkut- Ata denmektedir. Kazakların kopuz ve tanbure, dombra gibi sazlarını bulan da Korkut Ata’dır[9].

Türk’lerin karşılıklı konuşmalarını bile kopuz yardımıyla yaptıklarına en güzel örnek, Dede Korkut’un “Salur Kazan’ı oğlu Uruz’un tutsaklıktan çıkardığı destan[10].” da geçen şu şoylama olacaktır.

Ökçesin ökçesine kakdı. Kaburgasın karnına kavşurdı. Uyanın çekdi, ağzın ayırdı. Kafiri öldürdi, çökdi üzerine oturdı. Aydur: Mere kafirler kopuzum getürün, sizi ögeyin didi. Vardılar, kopuzı getürdiler. Eline alup burada soylamış görelüm hanum ne şoylamış;

Aydur:

Bin bin erdenerden yağı gördüm-ise öyünüm didüm

Yigirmi bin er yağı gördüm-ise yıylamadum

(Diye bu şoylama devam ediyor.)

Bu döneme ait en eski Türk karekteri taşıyan eser, Ural dağlarının doğusunda aranmış ve Çingiz Han’ın oğlu Cöçi’nin ölümüne neden olan “aksak kulan” veya “aksak yaban eşeği” adlı eser, en eski kög (yırlamak, Brockelmann’a göre melodi. “er kögledi”: adam kendi kendine yırladı[11].) kabul edilmiştir. Kazak Türk’lerinin ağıtlarından “kör kızın şarkısı” yani “sokır kız eni” adlı bir yarı ağıt da çok eski karakterde bulunmuştur. Bu ağıtlar, her yeni ölen kişi için, sözleri biraz değiştirilerek söylenirse de, müzik sistemi ve melodileri çok eskilere dayanmaktadır[12]. Eski Türk hakanlarının otağlarında ve ordugahlarında “9 kök” denilen bir müziğin, müzik takımlarınca her gün çalındığı ortaya çıkartılmıştır[13].

Halk müziğimizin yapıtlarından olan destan müziği ve destan müziğinin en önemli eseri Manas destanıdır. Manasçı denilen halk sanatçılarınca ve kerem ile okunan destan, halk müziğini bozulmadan koruyan, özü ve sözü ile zamanımıza getiren bir direktir. Köklerini ve konularını, tarihin derinliklerinden alan tarihi epik (historical epic) tipinde bir destandır. Destanın eski karakterlerini yaşatan söyleyişler, özellikle Kuzey-batı Asya’da yaygın görülür. Müzikal-şiir (musical-poetic art) sanatının en eski örnekleri ise Kırgız-Türk kültür çevresinde bulunmaktadır[14].

Kısıtlı sayıdaki kaynaklardan elde edilen bilgiler ışığında, müziğin günlük yaşantının vazgeçilmez unsuru olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu dönemdeki müziğin yazıya dökülmemiş olması, hem nota ve hem de sözlerin günümüze kadar ulaşamamasına neden olmuştur.

Türk’ler kavimler göçüyle, gittikleri yerlere bu müziği taşımışlardır. Gök tanrıya yakarış, kahramanlık, savaş ve döğüşme, doğa bu dönemde işlenen en belirgin konulardır. Üzülerek belirtmem gerekir ki, öz kültürümüz olan halk müziği, SSCB dönemindeki asimile etme çabaları sonucunda, biraz da olsa zarar görmüş, yapay politik sınırlarla, Türk’lerin ilk zamanlarından beri oluşan kültürümüz ve bu kültürün oluştuğu çevre bölünmeye çalışılmıştır.



2.İslamiyet Etkisi Altındaki Dönem

M.S.925’lerde batıya yönelen Türk boyları, Karahanlılar’dan başlayarak İslamiyet’i kabul etmeleri ile yaşama şekillerinde ve kültür yapılarında değişimler göstermeye başlamışlardır. Toplum yaşamındaki bu değişikliğin müziğe yansıması da kaçınılmaz olmuştur. Müzik yapılarında bir değişim olmamasına karşın, sözlerde dinin etkisini görmek olağandır. Ancak sözlerde, sert ve katı dindarlığın karşısında hoşgörülüğü, Tanrı sevgisini görmek mümkündür

Halk müziğinin başlıca türlerinden sayılan Kitap Ölöngü (kitap şarkıları)de, daha çok ilahiler ve Kur’an okumaları ile ilgili müzik ve dizi şekilleridir[15].

Ozanlar bu dönemde de eski sadeliklerini ve üsluplarını sürdürmüşlerdir. Ortaçağ Avrupa’sında şiir ve müziğin gezgini olan trouver ve troubaduor geleneğine karşıt biçimde soyluları ve zenginleri bu işe sokmamışlar, ancak halktan büyük saygı görmüşlerdir. Soyluluk ve zenginlik, şiirde müzikte kalmıştır. Sazlarını ustalıkla çalmaları yanında Türkçe’yi iyi kullanmaları, halk müziğine unutulmaz eserler kazandırdığı gibi, halk edebiyatına da sayısız eser katmalarını sağlamıştır. Yüzyıllarca usanmadan gezip dolaşan halk ozanlarımız, hem bu müziği yaygınlaştırmışlar, hem de unutulmamalarını sağlamışlardır. Bu yolculukları sırasında gezginin bir tek yoldaşı vardır. Saz.

Her ne kadar ozanların şiirleri elimize ulaşmış ise de, ezgiler yakıldıkları dönemde notaya alınmadığından, unutulan ezgilerin, elimizdekilerden çok olma olasılığı bir hayli yüksektir. Ezgilerin anonim özellik taşıması, halk içinden gelen yaratıcılığın, kuşaktan kuşağa aktarılması, geleneğin güçlendirilmesi anlamını da taşımaktadır.

Bu çağdaki aşıklar halk müziği geleneklerini devam ettirmişlerdir. En önemli aşıklar;

Aşık Paşa (1272-1332), hem hece, hem aruz ölçülerini kullanarak divan ve halk şiirinin başlangıçtaki örneklerini yaratmıştır. Divan şiirinde Mevlana’nın, halk şiirinde ise Yunus Emre’nin etkisinde kalmıştır. Türkçe’ye gönülden bağlıdır ve halk dilini savunmuştur.

Doğum Tarihi bilinmeyen, ancak 1404 yılında Halep’te öldürülen Nesimi, ezgilerinde kendine özgü mistik duyuşu, çoşkulu bir şiirsellikle işlemiştir.

Bazı şiirlerinden 1398’de doğduğu, Edirne ve Filibe gibi Balkan diyarlarında gezdiği anlaşılan 15.yy. ozanı Kaygusuz Abdal, gerçek üstü zıtlıklarla, hiciv öğelerine yönelmiştir. Ona göre, “Kelebek buğday ekmiş”, “Sivrisinek buğday biçmeye başlamış”, “Ergene’nin köprüsü susuzluktan bunalmış”tır.

Ölümü 1560-1570 yıllarında olan Pir Sultan Abdal, ezgilerinde ve şiirlerinde, mistik görüşlerini güçlü tekniğiyle birleştirerek, duyarlıklı bir lirizm yaratmıştır.

Şiirlerinden 3. Murat döneminde (1574-1595) yaşadığı anlaşılan Köroğlu, yalın bir dille gerçekçi bir şiir yaratmıştır.

Doğumu 1606, ölümü 1679 olarak tahmin edilen Karacaoğlan, halk ozanları geleneğinin en ünlü kişiliklerindendir. Şiirlerinin ve ezgilerinin değeriyle sivrilen Karacaoğlan, şiirlerinde genellikle kullandığı 6+5 ve 4+4 ölçülerinin tekdüze uyumuyla yetinmeyerek, ölçüyü belli etmeden zorlayan yeni sesler bulmuştur.

Yaklaşık 1785-1865 yıllarında yaşadığı sanılan Dadaloğlu, toplumsal çelişkileri toksözlü bir deyişle sergilemiş, öte yandan şiirsel incelik ve buluşlardan uzak kalmamıştır.

Erzurum yakınlarındaki bir köyde doğan ve 1860 yılında ölen Emrah, halk şiirinin yenilenen formları içinde değişik bir şiirsel anlatıma yönelmiştir[16].

Türk anası ninnileri ile uyutmuş kucağındaki bebeğini, bazı analar ise ağıt yakmış kaybolan çocuğunun arkasından. İşte bir türkünün hikayesi;

Bebek Ağıtının Hikayesi (Avşar Ağıtı Orta Anadolu)

Olay yaklaşık 350-400 yıl önce, Orta Anadolu’nun yüksek ve dağlık bölgesinde yaşayan Avşar aşiretlerinden birine aittir.

Günlerden birgün bir asiret beyinin oğlu ile başka bir aşiret beyinin kızı evlenir. Yedi sene çocukları olmaz. Aşiret beyinin oğlu bu evliliğin, bu beraberliğin mutluluk getirmediğini, buna gelinin neden olduğunu her fırsatta gelinin başına kakar. Kader bu ya, yedinci senenin sonunda gelin bir oğlan çocuğu Dünya’ya getirir. Aşiret çok sevinçlidir. Çocuk üç aylıkken aşiretin başka bir yere göç etmesine karar verilir. Gelin çocuğunu bir kilime sarıp, beşiğine yatırır ve bir mayanın üstüne yerleştirir. Aşiret bir gece yarısı Elmalı’dan yola çıkar. Elmalı dağının sık ve karanlık ormanları içinde yollarına devam ederlerken kötü bir tesadüf, çam dallarından biri zavallı yavrunun beşiğine takılır ve onu mayadan ayırır. Yavru, gecenin sessizliği içinde beşiğiyle çam dalına asılı kalır. Hiç bir şeyden haberi olmayan kafile, ertesi sabah obaya gelip konaklar. Meme vermek için yavrusunun yanına giden zavallı ana, yavrusunu bulamayınca çılgına döner. Döğünmeğe, yolunmağa başlar. Aşiret büyük bir üzüntü içine gömülür. Dayısı, amcasıyla birlikte geldikleri yoldan geriye dönerek yavruyu aramaya koyulurlar. Fakat ne çare ki bulamazlar[17].


1-Elmalı’dan çıktım yayan, 4- Ala kilime sardığım,
.Dayan ey dizlerim dayan, Yüksek mayaya koyduğum,
Emmim atlı dayım yayan, Yedi yılda bir bulduğum,
Nenni, nenni, bebek oy. Nenni, nenni, bebek oy.

Bebek beni del eyledi, Tabancamın ipek bağı,
Bir kötüye kul eyledi, Baban bir aşiret beyi,
Yaktı yıktı kül eyledi, Kanlım oldun Çiçek dağı,
Nenni, nenni, bebek oy. Nenni, nenni, bebek oy.

Havada kuzgunlar dolaşır, Gelin başı bağlamadım,
Kargalar öleş bölüşür, Top zülüfün yağlamadım,
Kara haberler erişir , Obamdan utandım ağlamadım,
Nenni, nenni, bebek oy. Nenni, nenni, bebek oy[18].


Türkü, bu korkunç ve yürekler parçalayan yaşamın, ana gönlünde şekillenip, dilinden dökülen feryadıdır.

Gelişen ve bir ölçüde değişimler yaşayan halk müziğimizin bu çağı, türkü’lerin çeşitlilik kazandığı dönem özelliğini de taşımaktadır. Maniler, koşmalar, hoyratlar, ağıtlar, oyun havaları, kına havaları, esnaf türküleri, zanaat havaları, sevda türküleri, sosyal ve günlük yaşayışla ilgili türküler, yiğitlemeler, koçaklamalar bu dönem içinde oluşmuşlardır.



3- Bu Günkü Dönem

Kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa iletilerek ve tarih süzgecinden geçerek günümüze kadar ulaşan halk müziği, canlılığını devam ettirmektedir. Bu müziğin kökleşerek gelişmesinde ve yayılmasında, halk ozanlığı geleneğinin büyük bir katkısı vardır. 20.yüzyılın ilk yarısında da bu gelenek sürmüştür. Ancak sosyal yapının değişmesi, köyden kentlere göçler, iletişim araçlarının hızlı gelişimi, geleneksel toplum biçiminden yeni toplum biçimlerine geçiş vb. etkiler, bu geleneği etkilemiştir.

Bu dönemdeki en olumlu gelişme ise, Türk Halk Müziğinin bilimsel olarak incelenmeye başlanması denebilir. Tarihsel süreç içersinde hep var olan halk müziği, halkbilimci ve etnomüzikologlarca daha yeni incelenmeye başlamıştır.

Türk toplumunun yaşamına damgasını vurmuş ve toplumsal yaşama yön vermiş günlük, sosyal, ekonomik, kültürel ve tarihsel olaylar başta olmak üzere, çeşitli gelenek, görenek, inançlar ve benzeri olguları konu edinmesi açısından, Türk Halk Müziği kültürümüzün önemli yapı taşlarındandır. Bu özellikleri ile halk müziğimiz, ilişkili bulunduğu tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji, edebiyat, folklor, hukuk, felsefe, kültürel antrapoloji, başta olmak üzere, çeşitli bilim dalları açısından incelenmesi ve analizi gerekli bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır.

Halk müziği üzerinde, yukarıda belirtilen özellikler göz önüne alınarak yapılacak bilimsel ve kollektif çalışmalar, Türk toplumunun duygu, düşünce, zevk, estetik ve felsefesi ile genel karakteri hakkında son derece sağlıklı ip uçları verecektir.

Bu nedenlerle geleneksel değerlerden kan alan, çağdaş bir kültür yaratma süreci içinde, halk kültürünün diğer unsurları gibi halk müziğinin de derlenmesi ve araştırılması kaçınılmazdır[19].

İlk derleme çalışmaları 1925 yılında, İstanbul Belediye Konservatuarı tarafından, her ilin Milli Eğitim Müdürlükleri aracılığıyla başlatılmıştır. Bu derlemeler yöntem açısından sakıncalı bulunduğundan, 1926 da Darülelhan derlemeleri başlamıştır[20]. Türk Ocakları ve Halk Evleri de, derleme çalışmalarında önemli katkılar sağlamıştır. Günümüzde de devam eden derleme çalışmalarına TRT kurumu da katılmış ve büyük bir arşiv kurulmuştur. Bu derleme çalışmalarının en büyük katkısı, unutulmaya yüz tutmuş eserlerin notaya dökülmesi ve gelecek kuşaklara aktarılmasıdır.

Kitle iletişim araçlarının gelişimi, bir yönden olumlu etkiler de sunmuştur. Radyonun kurulması ile türkülerin yayılması hızlanmış, yöresel sanatçıların kendi dil ve çalgıları, diğer yörelerce de tanınmaya başlamıştır. Televizyonun yaygınlaşması ve Türk Halk Müziği programlarının yayınlanması işitsel zenginlik yanında, görsel öğelerin de tanınmasını sağlamıştır. Örneğin, bir yörede yapılan kına gecesinde, hem o yörenin kına gecesi türküleri, hem bu türkünün oynanması ve hem de folklorik değerleri aynı anda tanıtılabilir, öğrenilebilir olmuştur.

Bu dönemin başka bir özelliği de, tek kişilik çalış ve söyleyiş olan ozan geleneği yanında, toplulukların kurulup, kurumsal yapıya da dönüştürülmesidir. 1940 yılında Muzaffer Sarısözen tarafından kurulan halk müziği topluluğu (Yurttan Sesler), ilk olma özelliğini taşımaktadır. İstanbul Belediye Konservatuarı, 1950 yılından bu yana çalışmalarını sürdürmüştür. Akademik olarak ise, 3 Mart 1976 da İTÜ Türk Müziği Devlet konservatuarı eğitime başlamıştır. Günümüzde ise bir çok üniversitenin Türk Halk Müziği bölümü bulunmaktadır. Büyük illerin bir çoğunda, Kültür Bakanlığının halk müziği toplulukları kurulmuştur. Son 3-4 yıl içersinde Türk Halk Müziği’ne artan ilginin nedenlerinin başında, bu kurumsallaşmanın önemli katkısı, yadsınamaz bir gerçekliktir.

Tek seslilik geleneğinin yanında, Türk Halk Müziği’nin çok seslendirilmeye başlaması da, bu dönemin başka özellikleri arasında yerini almıştır. Bu düşünceyi Ziya Gökalp (1876-1924), “Halk Müziğimiz bize birçok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve batı müziği kurallarına göre armonize edersek, hem milli, hem de Avrupalı bir müziğe sahip oluruz[21].”, Atatürk ise, (30.11.1929 günü Alman tarih yazarı Emil Ludwig’le konuşmasında)“Bizim gerçek müziğimiz Anadolu halkından işitilebilir”, (1.11.1934 TBMM’nin açılışında) “Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan; yüksek deyişler, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel son müzik kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak, bu güzeyde Türk ulusal müziği yükselebilir, evrensel müzikte yerini alabilir[22]” diyerek, düşünsel temellerini atmışlardır. Bu bağlamda bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın temeli olan İstanbul’da ki Muzikâyı Hümâyun, 1924 yılında Ankara’ya taşınıp, Riyaseti cumhur Mûsikî Heyeti’ne dönüştürüldü.

Batı armoni kuralları ile halk müziği ezgileri işlendi. Ancak Kemal İlerici, Türk Müziğinin kendi armoni sistemine sahip olduğunu ve bu armoni sistemi ile çok seslendirilebileceğini kanıtladı[23].(Ancak, sanat müziği ile halk müziği bu sistemde iç içe ele alınmıştır.) Kerem’i ana dizi kabul etti.

Türk Halk Müziği, son zamanlarda pop müzik tarzı ile de işlenmeye başlamıştır. Bu denemelerin hepsi saygı ile karşılanmalı ve gelişmenin ancak böyle olabileceği unutulmamalıdır.

Dönemin ozan geleneğinin en büyük ismi Aşık Veysel’dir. (1894-1973) Dilindeki sadelik ezgilerine yansımıştır. Türk insanındaki efendiliği, mertliği, ruh inceliğini satırlara dökmüştür. İnsan, yurt, doğa sevgisini şiirlerinde ön plana çıkartmış, toprak sevgisini temel bir öğe olarak kabul etmiştir. Karanlık dünyasının ak düşüncelerini, candan dostu olan sazı ile süslemiştir.

1965 yılında TBMM, “Anadilimize ve Milli Birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı” özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden aylık bağlamıştır[24].


Ben giderim, adım kalır, Ne gelsemdi ne giderdim,
Dostlar beni hatırlasın, Günden güne arttı derdim,
Düğün olur bayram gelir, Garip kalır yerim yurdum,
Dostlar beni hatırlasın. Dostlar beni hatırlasın

Can kafeste durmaz uçar, Açar, solar türlü çiçek,
Dünya bir han, konan göçer, Kimler gülmüş, kim gülecek,
Ay dolanır, yıllar geçer, Murat yalan, ölüm gerçek,
Dostlar beni hatırlasın. Dostlar beni hatırlasın

Can bedenden ayrılacak, Gün ikindi, akşam olur,
Tütmez baca, yanmaz ocak, Görki başa neler gelir,
Selam olsun kucak kucak, Veysel gider adı kalır,
Dostlar beni hatırlasın. Dostlar beni hatırlasın[25].


Sonuç olarak, dünyadaki hiçbir kültürde, kendini bu kadar müziğinde yansıtan toplum yok gibidir. Türk milleti, özünde var olan tüm nitelikleri, tarihsel süreç içinde geliştirip, bozmadan ve koruyarak günümüze aktarabilmiştir. Bundaki en büyük pay halk müziğimizindir, demek yanlış olmayacaktır.

20. Yüzyıl

20. yüzyıl müzikte yeni arayışlar dönemi oldu. Fransa'da Claude Debussy ve Maurice Ravel piyano ve orkestra için yazdıkları yapıtlarda alışılmışın dışında bir armoni ve tonalite kullanarak resimde boya ile gerçekleştirilen etkiyi müzikte yaratmakla İzlenimcilik Akımı'nın başlıca temsilcileri oldular . Fransız Erik Satie ve Francis Poulenc, 18. yüzyıl müziğinde olduğu gibi küçük orkestralar kullanarak yalın, ama çarpıcı melodiler ve uyumsuz (disonant) akoriarla öncü (avant-garde) müzik akımını başlattılar. Öncü müziğin ABD'deki başlıca temsilcileri Horatio Parker ve Charles Edvvard Ives'di.

I. Dünya Savaşfndan kısa bir süre sonra gelişen radyo yayınları müziksever dinleyicilerin sayısını önemli ölçüde artırdı. Pop müzik, varyete, müzikal komedi ve caz müziği geniş halk kitleleri arasında yaygınlık kazandı. Bu müzik türleri George Gershwin, Jero-me Kern ve Cole Porter gibi bestecilerle en yüksek düzeyine ulaştı. 1970'lerde ve 1980lerde önde gelen öteki besteciler Leo-nard Bernstein, Andrevv Lloyd Webber, Aa-roo Copland'dı.

20, yüzyılda klasik müzikteki en önemli gelişme, Avusturyalı besteci Arnold Schönberg' in bütün armoni ve melodi kurallarını altüst ederek, atonalite denen anahtarsız sistemi ge-liştirmesiyle gerçekleşti. Öğrencileri Alban Berg ve Anton von Webern onu izleyerek operalar, senfoniler, oda müzikleri ve şarkılar yazdılar. Schönberg'in günümüzde bile bazı kulaklara yabancı gelen bu sistemi dizisel sistem ve 12 ton (ya da 12 nota) sistemi olarak bilinir.

20. yüzyıldaki büyük bestecilerin çoğu hiçbir akıma bağlanmadan özgün müzik yazan bestecilerdi. Bu bestecilerin önde gelenleri Rus İgor Stravinski, Sergey Prokofyev ve Di-mitri Şostakoviç, Alman Paul Hindemith, Kurt Weill ve Karlheinz Stockhausen, İtalyan Luigi Dallapiccola ve Luciano Berio, Fransız Olivier Messiaen, İngiliz Benjamin Britten ve Michael Tippett'tir. Stockhausen ve Fransız Edgard Varese 1950'lerde ve 1960'larda ortaya çıkan elektronik müziğin öncüleridir. 1970'lerde ve 1980'lerde basit armoni ve melodi kalıplarıyla tek bir motifin üst üste yinelenmesine dayanan minimalist (indirgemeci) müzik akımı gelişti. Bu akımın önde gelen adları arasında ABDli Steve Reich ve Philip Glass sayılabilir. 20. yüzyılın bir başka ünlü bestecisi de ABDli John Cage'dir. Belirsizlik ilkesine dayanarak rastlantısal müzik türünü geliştiren öncü besteci Cage'e göre, sessizlik bile tek basma müzik olabilir.

Romantikler

19. yüzyılın sonlarında yeni arayışlara sahne olan müzik dünyasında tartışma konusu olan değişik görüşler besteciler arasında ayrılmalara yol açtı. Beethoven müziğe düşünce yüklü yeni bir içerik kazandırmıştı. Onu izleyen ve müziği seçkin sınıfların bir eğlence aracı olmaktan çıkararak, kesintisiz ve alışılmışın dışında bir armoni anlayışıyla yaratmaktan yana bazı sanatçılar, Alman besteci Richard Wagner'in önderliğinde müzikte Alman Roman-tizm'i olarak bilinen yeni bir akım başlattılar. Müziğin sınırlarını zorlamamasını savunan ve romantiklerin getirdiği yeniliklere karşı çıkan besteciler ise Johannes Brahms'ın çevresinde toplandılar.

Bu iki düşünce akımı 20. yüzyıla kadar birçok besteciyi etkiledi. Avusturyalı besteci Gustav Mahler ile Alman besteci Richard Strauss, Wagner'i izlediler ve orkestra için uzun senfonik yapıtlar bestelediler. Öte yandan Fransa'da Wagner geleneğinin yaygın olduğu bir dönemde Fransız besteci Charles Ca-mille Saint-Saens klasik modellere bağlı kalarak titiz, zarif ve duygulu müzik parçaları yazdı. Aynı dönemde Mihail İvanoviç Glinka Rusya'da ulusal müzik hareketini başlattı. Pe-ter İliç Çaykovski romantik bir besteci olarak tanındı. Dönemin öteki ünlü Rus bestecileri Aleksandr Borodin, Modest Mussorgski ve Nikolay Rimski-Korsakof, yapıtlarında özellikle halk öykülerini konu aldılar ve Rus halk şarkılarından esinlendiler.

19. yüzyılda operada önemli gelişmeler gözlendi. Operanın bu dönemdeki başlıca bestecileri İtalyan Gioacchino Rossini ve Giu-seppe Verdi romantik bestecilerdi. Ama gene de dönemin en önemli opera bestecisi, alışılmış kalıpların dışına çıkarak güçlü orkestralara ve güçlü şarkıcılara yer veren, yapıtlarında edebi ve felsefi düşünceleri konu alan, müziği öteki sanatlarla işbirliği içinde algılayan ve operaya "müzikli dram" adını veren Richard Wagner\M.

Klasik Müzik

18. yüzyılın sonlarına doğru, müzikte klasik dönem başladı. Günümüzde klasik müzik terimi pop, folk ve caz müziğinden oldukça farklı bir müzik türü için kullanılır. Müzik uzmanları için gerçek klasik müzik, yaklaşık 1760'tan 1830'a kadar Avusturya'nın başkenti Viyana'da gelişmiş olan müziktir. Bu dönem Franz Joseph Haydn, Wolfgang Amadeus Mozart ve Ludvvig van Beethoven gibi büyük bestecilerin konçerto, senfoni, sonat, yaylı çalgılar ve oda müziğini en yetkin düzeye ulaştırdığı dönemdir.

Müzikte duyguların yanı sıra düşünceye de yer veren ilk besteci, çalışmalarıyla kendisinden sonra gelen birçok sanatçıyı derinden etkileyen Beethoven'di. Aynı dönemin öteki önemli bestecileri Fransız Hector Berlioz ile Macar Franz Liszt, Avusturyalı Franz Schu-bert, Polonyalı Frederic François Chopin ve Alman Robert Schumann'dı.

Barok Müzikten Klasik Müziğe

Müzikte 17. yüzyıl ile 18. yüzyılın ilk yarısı arasındaki dönem barok dönem olarak bilinir. Dinsel ve dindışı müziğin kesin olarak birbirinden ayrıldığı bu dönemdeki en önemli gelişmelerden biri de çalgı eşliğinde söylenen dindışı solo şarkılardı. Bu şarkılar sonradan gelişecek olan operanın ilk örnekleri sayılır. Gene aynı dönemde büyük besteci Johann Sebastian Bach, kısa bir temanın belirli aralıklarla yinelenmesinden oluşan füg'ü yetkinleştirdi. Barok dönem bugün bildiğimiz anlamda orkestraların ilk örneklerinin kurulduğu, çalgıların bugünkü biçimini almaya başladığı bir dönemdi.

Barok döneminin en büyük bestecileri İtalyan Claudio Monteverdi, Alman Heinrich Schütz, Johann Sebastian Bach, Georg Fried-rich Hândel ve İngiliz Henry Purcell'dir.

O dönemde Fransa'nın yetiştirdiği büyük besteciler Jean Baptiste Lully, François Cou-perin ve Jean-Philippe Rameau'dur. Lully, Fransız orkestra müziğinin ve opera geleneğinin kurucusu, Couperin klavsen müziğini yet-kinleştiren besteci, Rameau ise yetkin bir besteci olmanın yanı sıra, armoni biliminin kurucusu olarak tanınır.

1740'larda Almanya'da Mannheim Sarayı'nda, Johann Wenzel Anton Stamitz'in kurduğu orkestra, konçerto ve senfoni gibi birçok yeni müzik biçimlerinin gelişmesinde önemli rol oynadı.